Pages

30.11.2009

The Twilight Saga: New Moon


Hayatımda bu kadar kötü vampir romanı ve uyarlaması görmedim. Halbuki, çok uzun yıllar önce değil, yaklaşık on yıl önce, Anne Rice'ın Interview with Vampire kitabı ne kadar ustaca aktarılmıştı sinemaya .Hatta, serinin ilk filmi The Twilight bile bu filme göre çok daha iyiydi. Vampir, hikayelerini sevmem nedeni ile ilk 2 kitabı okumuştum. İlk başta çok akıcı gelen hikaye, bir süre sonra esas kızımızın mızmız tavırları, halinden sürekli şikayet halinde olması ve intihara meğelli ruh hali nedeni ile beni çok bunaltmıştı. Bella, o kadar şımarık bir kız ki, süper gücünüz yoksa yanınıza bile yaklaşmaz:) Bu noktada, oyuncu tercihinin Kristen Stewart olması bence isabet olmuş. O ruhsuz hali ile, çok güzel oynuyor Bella'yı ya da kendini oynuyor. Filmin, ortasında bağırmak istedim kız kendini Romeo ve Juliet'de zanlediyor. O puslu puslu bakışlar, konuşurken acı çekmesi ve binbir tripe girmesi, sanki filmde şiirsel bir hava var. Kitap ve dolayısı ile film, bir vampir hikayesinden çıkıp, ergen bir kızın sorunlarına bir bakış gibi gözükmeye başlıyor. Filmin, konusuna hiç girmicem yediden yetmişe zaten herkes biliyor. Edward, kaçıp gidiyor Bella arkasından salya sümük, hafiften Jacob'a kuyruk sallıyor ama bir anda yüce vampir Edward geliyor ve kızını tekrar kapıyor. Belkide filmde ki tek güzel anlar, İtalya'da ki soylu vampir aile Volturi'lerin , Edward'la yüzleştiği anlar. Zaten, vampir denilince insanın aklına Orta Avrupa filan geliyor. Ortaçağ'dan kalma yapıtlar arasında daha çekiçi ve inandırıcı oluyor bir vampir. Kocaman Volvo Jeep'ile gezen arkadaş, vampir'den çok zengin bir Amerikan ergene benziyor. Bu serinin belkide tek artı noktası, saçma da olsa en azından gençlerimize kitap okutturması, filmleri için söylenebilcek tek söz ise fiyasko . Ama ben yinede tavsiye etmeden duramayacağım, eğer çok sevidiyseniz bu vampir hikayesini, bir de Anne Rice'ın , Vampir'le Görüşme ve Vampir Lestat kitaplarını okuyun. Arada ki farkı çok rahat bir şekilde hissediceksiniz...

27.11.2009

500 Days of Summer (Aşkın 500 Günü)


500 Days of Summer, bu yılın en çok dikkat çeken romantik-komedilerin den biri. Sıradanlaşmış bu tarza, yeni bir soluk getiren ve ortaya başarılı bir sonuç çıkartan bir yapım. Dediğim gibi film sıradan bir romantik-komedi değil, beklentilerinizi bu yönde tutun. Ortada ne bir romantizim var ne de bir komedi. Daha çok aşkı ve genç yetişkinlerin ilişkilerini analiz eden ve aşkı rasyonel temellere oturtmaya çalışan bir film. Aşka inanan, romantik ve The Graduate filmini izleyerek büyümüş bir adam ve küçük yaşta ailesinin boşanması ile birçok gerçekle yüzleşmiş ve aşka inancını kaybetmiş bir kadın. Her ne kadar birbirlerine uymasalar da bir şekilde tanışan bu ikili, adını koymadıkları bir ilişki içine girerler.Bu ilişki içinde yaşanan günler, kronolojik sırayı takip etmeden izleyiciye aktarılıyor. Summer ile Tom zaman zaman birlikte müzik marketleri geziyor, zaman zaman İKEA'da el ele dolaşıyor ve zaman zaman da sinemaya gidiyorlar. Bu süre içinde Tom, Summer'a deli gibi aşık oluyor. Fakat, Summer aynı duyguları ona karşı hissetmiyor, ona göre birine ait olma düşüncesi çok saçma geliyor. Aniden, Tom'dan ayrılan Summer, hiç bir değişiklik yokmuş gibi hayatına devam ederken. Tom tam anlamıyla yıkılıyor ve nerdeyse tüm hayattan kendini izole ediyor. İşte bu noktada bile filmin, klasik bir romantik-komedi olmadığı anlaşılıyor. Çünkü, bu filmde acı ceken , duygusal, iki gözü iki çeşme bir kadın yok, bu filmde, aşka ve hayata daha rasyonel bakan ve güçlü duruşu ile gönül ilişkilerinden etkilenmeyen bir kadın var. Türe, yeni bir soluk getiren bazı noktalarda Woody Allen filmlerine anımsatan, ve birçok sinemaseverden olumlu eleştiri alan bir film. Tavsiye ederim, iyi seyirler...

25.11.2009

Matilde'ye Sone



Usta şair Pablo Neruda'nın çok sevdiği Matilde'ye ithaf ettiği müthiş şiiri...

Seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman,
çünkü iki yüzüyle çıkar karşına hayat.
Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın
ateş de pay alır kendine soğuktan.

Seni sevmeye başlamak için seviyorum seni,
sana olan sevgimi sonsuzlaştıracak
bir yolculuğa yeniden başlamak için:
bu yüzden şimdilik sevmiyorum seni.

Sanki ellerimdeymiş gibi mutluluğun
ve hüzün dolu belirsiz bir yarının anahtarları
hem seviyorum, hem de sevmiyorum seni.

Sevgimin iki canı var seni sevmeye.
Bu yüzden sevmezken seviyorum seni
ve bu yüzden severken seviyorum seni.

Pablo Neruda

24.11.2009

District 9 (Yasak Bölge)



Uzun zamandır bu kadar değişik bir bilim-kurgu filmi izlememiştim. Film, her yönü ile bir başka ve benzerlerinden farklı. Öncelikle District 9 bir Güney Afrika filmi. Yönetmenliğini, Neill Blomkamp'ın yaptığı filmin, başrollerini ise; Sharlto Copley, Jason Cope ve Sylvaine Strike üstleniyor. Filmin diğer önemli noktaları ise, belgesel havası ve görsel öğelerin gerçekliği. Ayrıca,insan-uzaylı ayrımının yarattığı sorunsaldan, siyah-beyaz ayrımına getirdiği üstü kapalı mesajlar, ayrıca filme bazı yerlerde politik bir hava katıyor.



30 yıl önce uzaylılar nedeni bilinmeyen bir şekilde dünya ile bağlantı kurmuş ve nedense Amerika'yı seçmemiş ve uzay gemilerini Güney Afrika'ya çekmişlerdir. İnsanlar bir saldırı veya savaş beklerken hiçbiri olmamış ve bu yaratıklar geçici olarak bir kampa alınmışlardır. Zamanla, kampataki uzaylı sayısı artmış ve yavaş yavaş gettolardan çıkmaya ve halkın arasına karışmaya başlamışlardır. Artık, uzaylı varlığı birçok devlet tarafından çekilmez bir hal almıştır. District9'u yöneten çok uluslu şirket sonunda, uzaylıları kamptan uzaklaştırmak için harekete geçmiştir. Bu şirketin diğer amacı ise; üstün teknoloji uzay silahlarını kullanabilir bir hale gelmektir, ama bunun için uzaylı DNA'sına sahip olmak gerekir.


Bu çok uluslu şirketin elemanlarından van der Merwe bu uzaylı grupları, gettodan çıkarmak ile görevlendirilir. İşi büyük bir sevinçle karşılayan van der Merwe'nin başına çok talihsiz bir olay gelir ve istemeden de olsa uzaylı DNA'sına sahip bir virüsü kapar. Yavaş yavaş, uzaylıya dönüşen kahramınız bir yandan bu oluşumu durdurmaya çalışır, bir yandan da ondan silahlar konusunda yararlanmak isteyen şirketten kaçar. Ve sonunda, District9'a sığınır...


Bilim-kurgu ile belgesel öğeleri çok güzel birleştirmiş ve zaman zaman politik mesajlar veren bir film. Tabiki, absürd öğeler biraz abartılı(uzaylıların kedi maması için birbirine girmesi gibi) ama herşeye rağmen süper bir film. Şimdiden, imdb'de 88. sıraya kadar yükseldi. İzlenmsei gereken bir film...

imdb notu:8.4

22.11.2009

The Three Burials of Melquiades Estrada (Üç Defin)


Karşımızda birçok yönden başyapıt olarak sayabileceğimiz bir film var. Kısaca, modern bir western gibi gözüken film. Öte yandan, dram, macera ve suç öğelerini çok güzel sentezliyor. Filmin, yönetmenliğini ve başrolünü Tommy Lee Jones üstleniyor. Usta oyuncu, her iki yönden de müthiş bir performans ortaya koyuyor. Yan rollerde, Barry Pepper, January Jones, Melissa Leo ve Julio Cedillo var. Senaryo ise, ödüllü senarist Guillermo Arriga'ya ait. Senaristi daha önce, 21gram ve Amores Perros filmlerin den hatırlıyoruz. Bu senaryoda da daha öncekileri gibi iç içe geçmiş hayatları, şiirsel, dokunaklı ve abartmadan yine bizlere aktarıyor. Hikayemiz Amerika'nın ,Meksika sınırında küçük bir kasabada geçiyor. Sınır devriye polisleri tarafından kontrol edilen sınır sürekli, Meksikalı göçmenler tarafından ihlal edilmektedir. Sınıra yeni atanan memur Mike, birgün kaza eseri bölgede kaçak olarak çalışan bir göçmeni vurur. Olay yerinde ölen Estrada, bölgede birçok insanın sevdiği ve kasabanın ağır abilerinden Pete Perkins'in en yakın arkadaşıdır. Mike, Estrada'yı boş bir araziye gömer ve olaya unutturmaya çalışır. Fakat, ceset bulunur ve bir mezarlığa ikinci defa defnedilir. Bu arada, Pete, en yakın arkadaşının katilini bulmaya and içmiştir. Ve gerçekleri çok da uzamadan öğrenir. İşte bu noktada, Mike, Pete ve Estrada üçüncü defini gerçekleştirmek üzere yola çıkarlar. Pete'in en büyük amacı, dostuna verdiği sözü tutmak ve onu evinin bahçesine gömmektir. Estrada'yı, öldüren Mike ise bu yolculukta zorla bile olsa Pete'e eşlik eder. Yolculuk sırasında birçok macera yaşayan bu ikili, ya da üçlü, yolculuğun sonunda ise birçok sırla ve süprizle karşılaşırlar... Daha önce söylediğim gibi her yönden bir başyapıt sayılabilecek bir film, hem bir modern western, hembir macera, hemde bir dram filmi. Bu üç unsuru bu kadar başarılı bir şekilde sentezleyen film sayısı çok azdır. Bir not'ta, yönetmen ve başrol oyuncusu Tommy Lee Jones için ayırmak istiyorum, bu rollerine alışık olduğumuz bir aktör ama yönetmenliğini de oyunculuğu kadar başarılı olduğunu kanıtlamış, ve modern bir kovboyun hayatını çok güzel bir şekilde sinemaya aktarmıştır. Kesinlikle tavsiyemdir, iyi seyirler...

13.11.2009

Penelope'nin Yünü


Sinema haricinde birçok ilgi alanım var ama mitoloji ve tarih en önde gelenleri diyebilirim. Homeros'un yıllar yıllar önce yazdığı İlyada ve Odysseia destanı ise benim için en önemlisi diyebilirim. Daha çok küçük iken okuduğum bu destan beni çok derinden etkilemiş ve mitolojiye olan ilgimi arttırmıştı. Hepinizin bildiği gibi destanın bir bölümü Truva savaşını anlatır. Diğer bölümü ise İthaca Kralı Odysseus'un eve dönüş hikayesini konu alır. Savaşta kazanılan zaferin(hileli de olsa) mimarı Odysseus, evi İthaca'ya dönerken başından birçok olay geçmiştir. Askerleri ile evi dönüş yolculuğu yıllarını almıştır. İşte bu bekleyiş, en çok sevgili karısı Penelope'yi üzmüştür. İthaca ülkesi, kralsız ve lidersiz kalmıştır ve soylular tarafında kraliçe Penelope, biriyle evlenmesi yönünde yoğun bir baskı altına alınmıştır.Ayrıca, babasının da baskıları artık Penelope'u yıldırmıştır. Fakat o, halen çok sevdiği kocası Odysseus'un ölmediğini düşünmektedir ve kendince bir çıkış yolu bulur ve babasını ikna eder. Olay şudur ki, Penelope bir halı örmeye başlar, eğer o halı bitmeden kocası gelirse ne ala, eğer gelmezse başka biriyle evlenmek zorunda kalacaktır. Her sabah halıyı örmeye başlayan Penelope, akşamları olunca bir bir ördüklerini çözer. Bu durum sayesinde Penelope'un halısı birtürlü bitmez ve kocası Odysseus geç de olsa İthaca'ya varır. İşte, o günden sonra Penelope'nin yünü diye bir deyim oluşur. Halen uluslararası ilişkiler dalında çokça kullanılan bu deyim, birtürlü çözüm yolu bulunamayan uzadıkça uzayan süreçler için kullanılır...

12.11.2009

Coming to America (Amerikan Rüyası)



80'li ve 90'lı yıllar Hollywood yapımı komedi filmleri çok hoşuma gider ve uzun zamandır bu tarz filmlerden örnek vermediğimi hissettim. İşte bu noktada 1988 yapımı Coming to America filmi aklıma geldi. Geçen akşam filmi tekrar izledim ve tekrar çok güldüm.Başrollerini komedi ustası Eddie Murphy ve Arsenio Hall'un paylaştığı filmin, ayrıca senaryosu da Eddie Murhy'e ait. Biliyorum son zamanlarda Murphy çıtasını bayağı bir düşürmüş olsada bu film bence en iyi filmi. Gerek orjinal konusu, gerek oyunculukları gerekse de 80'li yılların zenci ve kenar mahalle kültürünü başarılı ve komik bir şekilde anlatması da cabası.



Akeem(Murphy) Afrika'da Zamunda adlı bir ülkenin tahtının tek varisi olan zangin bir prens'dir. Hayatı, boyunca istemeden de olsa hiç bir çaba sarf etmeden hayatın tüm güzellikleri önüne serilmiştir. Tüm işleri sadık uşakları tarafın dan yapılmış olan Akeem, ne kendi başına dişini fırçalamış ne de ayakkabılarının bağcıklarını bağlamıştır. 21. yaş dönümüne gelince ise anne ve babasının kararlaştırdığı bir şekilde soylu bir Zamunda'lı ile evlendirilmek istenir. Buna karşı çıkan Akeem, babasının onayını alarak gezmek ve kraliyet tohumlarını yaymak için Amerika'ya gider.Ama aslında Akeem'in Amerika'ya gitme nedeni aşık olup , evleniceği kızı bulmaktır.New York'a varır varmaz, tüm şatafatlı hayatını kenara bırakarak, en sade Amerika'lı gibi kenar mahallede yaşayıp, bir hamburgerci de çalışmaya başlar. Kısa sürede yeni arkadaşlar edenin Akeem, ayrıca hayatının aşkını da bulur ve olaylar bundan sonra daha eğlenceli ve içinden çıklımaz bir hal alır.



Daha önce söylediğim gibi Murphy'nin en başarılı filmlerinden biri. Konu çok orjinal, ayrıca gerek Afrika'lı kostümleri gerekse de New York'lu kenar mahalle gençliğini yansıtan kıyafetler çok başarılı. Her zamanki gibi Murphy bu filmde de birçok rolü üstlenmiş ve berber de çalışan yaşlı usta tiplemesi bir mükemmel:) Çok eğleneceli ve komik bir film, tavsiyemdir. İyi seyirler...

9.11.2009

El Lobo (Kurt)


Karşımızda gerçek konusu ve mükemmele yakın kurgusu ile benim çokça ilgimi çekmiş bir yapım var. El Lobo, 2004 yapımı bir İspanyol filmi. 7o'li yılların başında ki ETA örgütlenmesini ve bu örgütlendirmeyi durdurmak için çabalayan İspanyol derin devletine ait gerçek izlenimleri, tarafsız ve başarılı bir şekilde anlatıyor. 1970'li yılların başında ETA örgütü en güçlü günlerini yaşamaktadır. İspanya'nın Kuzey'in de bağımsız bir Bask devleti kurmak bu gurubun üyelerinin en büyük amacıdır. Gerektiğinde kan dökerek eylemlerini gerçekleştirmekten çekinmezler. General Franco'nun hastalığı ve devletin geçirdiği yönetim buhranı da ETA'nın güçlenmesine neden olmuştur. İşte bu noktada, İspanya derin devleti mükemmele yakın bir planı ortaya koyarak, ETA'ya büyük bir darbe vurmuştur. Tarihe adı El Lobo Operasyonu diye geçen hareket, İspanya'nın bugün bile şifrelerini çözmek için uğraştığı çok sansasyonel bir hal almıştır. Ajan Texema, kod adı ile 'Kurt' daha önce hiçbir köstebeklik tecrübesi olmamasına rağmen çok başarılı bir şekilde ETA örgütününün içine sızar ve eylem planları hazırlama noktasına kadar ilerler. Kökeninin Bask olması ve başarılı köstebek taktikleri ile dikkat çekmeden ETA'ya büyük bir darbe vurur ve sonrasında başarılı bir yüz nakli ile sırra kadem basar. Halen, ETA'nın ölüm listesinde bulunan Texema'nı yaşayıp, yaşamadığına dair en ufak bir iz yoktur. 70'li yılların İspanya'sının sosyo-politik yapısını iyi etüt eden başarılı bir film. Gerek mekan seçimleri, dekorlar ve giyim tarzları ile başarılı bir dönem filmi olmuş. Eduardo Noriega'nın muhteşeme yakın, oyunculuğu da filmin en önemli artı puanlarından...

8.11.2009

Good Bye Lenin



'BERLİN DUVARI'NIN YIKILIŞININ 20.YILI ANISINA'

Tekrar tekrar izlediğim ve her izlediğimde nerdeyse aynı zevki aldığım film sayısı bir elin parmaklarını geçmez. İşte o filmlerden biri de Good Bye Lenin. Son yıllarda yapılmış, en başarılı politik-dram'lardan biri.Ayrıca, dram ve politik öğelerin yanında komedi öğeleri de çokça kullanılmış.Bu durum filme çok eğlenceli bir hava katmış. 2003 yapımı filmin yönetmenliğini, Wolfang Becker üstleniyor. Oyuncu kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor; Daniel Brühl, Katrin Sass, Maria Simon ve Florian Lukas.

Film, konu olarak yakın geçmişte Avrupa'nın ortasında yaşanmış dramatik bir olayı anlatıyor.2.Dünya Savaşı sonrası, hepimizin bildiği gibi Almanya ikiye ayrılmış ve birbirinden her yönden ayrı bu iki devleti Berlin'de bir duvar ayırmıştır. Soğuk savaş döneminin sonunda doğru, bütün Dünya üzerinde Sosyalizm güç keybetmiş ve nerdeyse Sosyalist Devletlerin çoğu yıkılmıştır. İşte bu yıkılan devletlerin içinde en önemlilerinden biri, Demokratik Alman Cumhuriyeti'idi(Doğu Almanya). Çocukluğumda izlediğim ve halen aklımda olan, Berlin Duvarı'nın yıkılış sahneleri ise gerçekten 1900'lü yılların en önemli olaylarından biriydi. Binlerce insan, duvarların üstünde çoşkuyla bir yandan duvarları yıkıp, bir yandan birbirleriyle kuçaklaşıyordu. Tabiki, herkes bu birşleşmeden mutlu değildi. Hayatını adadıkları, ülkelerinin yıkılışı birçok Sosyalist Alman'ı da büyük bir buhrana sokmuştu. İşte filmimiz kısaca bu konuyu ele alıyor. Alex Kerner, çoçukken babasının Batı Almanya'ya kaçışı ile kız kardeşi ve Annesi Christiane ile yaşayan ve bütün hayali kozmonot olmak olan bir çoçuktur. Babasının kaçışından sonra, annesi tüm zamanını ve varlığını Demokratik Alman Cumhuriyeti'ne adamıştır. Duvarın ykılışından birkaç ay önce kalp krizi geçiren Christiane, duvarın yıkılşına şahit olamamış ve gözlerine açtığın da artık bir başka ülkede yaşadığının farkında değildir. Doktorların tavsiyesi üzerine, Alex çok sevdiği annesine büyük bir şok yaşatmamak için, Doğu Almanya'nın yıkılışını gizlemeye karar verir. Annesinin son günlerinde onu mutlu etmek için elinden gelini yapan Alex, zaman zaman sahte televizyon haberleri düzenlemek için kamera arkasına , zaman zaman da turşu kabı bulmak için çöplerin arasında kendini bulmuştur. Beklediğinden pek kolay olmayan Doğu Almanya'yı sürdürme çabaları,izleyenlerin zaman zaman eğlenceli zaman zaman ise dramatik anlar yaşamasına neden oluyor...

Daha önce dediğim gibi, politik-drama tarzı ile komedi unsurlarını başarı ile birleştrimiş bir film. Yakın geçmişteki bu olayı, işleyiş biçimi de çok başarılı. Ayrıca, çok sevdiğim müzisyen Yann Tiersen'in filmin müziklerini üstlenmiş olması filme ayrı bir önem katıyor. Yann Tiersen yine muhteşem bir iş ortaya çıkarmış. Herkese tavsiye edebilceğim, muhteşem bir film, iyi seyirler...

5.11.2009

The Shawshank Redemption


Imdb gibi dünyanın bir numaralı sinema sitesinde "Godfather" ve "Batman:The Dark Knight" gibi iki iddialı yapımla verdiği birincilik mücadelesini bir süredir önde götüren bir film hakkında yorumda bulunmak hiçte kolay bir şey değil.Evet,Shawshank Redemption imdb'nin tüm zamanların en iyi filmleri listesinde birinci sırada.Üstelik 1995 senesinde Oscar'ı kaptırdığı Forrest Gump ise 39.sırada yer alıyor bu listede.Forrest Gump Oscar'ı almasaydı gene de gönlümün tüm "oscarları" Forrest Gump'ın olacaktı.Ancak imdb'nin tablosunda bir kez daha gördüğümüz üzere,halkın zevkleriyle sinema otoritelerinin,jürilerin zevkleri bir birine uymuyor.Kaldı ki biz Türkiye'de bu durumu neredeyse her sene Antalya'da veya Adana'da,hiç biri olmazsa,Sinan Çetin veya benzer bir polemikçinin monologlarıyla yaşıyoruz.Neyse,netice itibariyle seyirci tarafından sevilmediği iddia edilse de festivallerden ödüllerle dönen bir "Yumurta" ve Oscar'ı Forrest Gump'a kaptırdığı halde sadık izleyicileri tarafından tüm zamanların en iyi filmi olma şöhretine ulaşan bir "Shawshank Redemption" gerçeği var önümüzde.

Filmi izleyenlere hiç ilginç gelmeyecek olsa da filmin Stephen King'in"rita hayworth and shawshank redemption" adlı öyküsünden uyarlanarak senaryo haline getirildiğini belirtelim.Yani ,filmin birinciliği ne kadar tartışılabilir olarak gözükse de hikayesinin usta bir kalemin elinden çıktığını kabul etmemiz gerekir.Yönetmen Frank Darabont da iyi iş çıkarmış doğrusu.Film gerçekten ustaca işlenmiş.Hapishane psikolojisini çok iyi işlemiş,esirlik-özgürlük kavramlarını çok ustaca sorgulamış,göstermiş.Zaten Darabont bu türde başarılı olduğunun farkına varmış olacak ki,bu filmin arkasından Yeşil Yol'u çekti.Gene de Yeşil Yol'un türkçe adıyla Esaretin Bedeli'nin yanına dahi yaklaşamayacağını belirtelim.

Shawshank Redemption daha çok hayatını değiştirmesi için film izleyenler veya kitap okuyanlar tarafından beğenilebilecek bir film olarak göze çarpıyor.Çünkü şanssız,talihsiz bir adamın var olma savaşı var filmde."Umut etme"ye dizilen methiyeler,uzak bir adada kurulan hayaller,ufak,eski bir tekne ve daha nicesi...Filmin belki de bu kadar sevilmesinin sebebi bu ufak detaylar.Tabii,hapishanede geçen onca yıldan sonra "dışarıyı" garipseme,hapishaneye duyulan aitlik hissi gibi başarılı vurgular ve sıfırdan yaratılan kütüphane,incilin içine saklanan çekiç ve Rita Hayworth'un güzelliğinin arkasına saklanan,özgürlüğe uzanan tünel gibi gülümseten detaylar çok önemliydi.Morgan Freeman ve Tim Robbins'in oyunculuklarını anlatmaya kalemimin gücü yetmeyeceği için onlara ayrı bir paragraf aç(a)mıyor sadece her zaman ki gibi muhteşem oynadıklarını söylemekle yetiniyorum.

Not:Aynen filmi gibi Tim Robbins de 1995'te Oscar'ı alamamıştı.Neyse ki,o yıllar sonra Mystic Riverla amacına ulaştı ve en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar'ı kazanmasını bildi.

4.11.2009

Hayata Dair, Özel Sözler...


-Bitti” diye üzülme, “yaşandı” diye sevin.

-Kendini çok zorlama, en güzel şeyler onları en az beklediğinde olur.
(Gabriel Garcia Marquez)

-Kötü belleğin iyi tarafı, aynı şeylerden bir çok kez, ilk kez gibi yararlanmaktır.

-Ne kadar yükselirsek, uçamayanlara bir o kadar küçük görünürüz.
(Friedrich Nietzsche)

-Ben ölümsüzlüğü eserlerimle elde etmek istemiyorum; ölmeyerek elde etmek istiyorum.

-Hayat acıyla, sefaletle, yalnızlıkla dolu. Ve hepsi çok yakında biticek.
(Woody Allen)

-Okul günleri, inanıyorum ki, bütün insan hayatındaki en mutsuz günler. Sıkıcı ve anlaması zor işlerle, yeni ve çirkin kurallarla, sağ duyunun ve ılımlığın katledilişiyle dolular. Yeterince parlak bir çocuğun, kendisine aktarılanların çoğunun saçmalık olduğunu ve kimsenin de bunları öğrenip, öğrenmediğiyle gerçekten de ilgilenmediğini anlaması uzun sürmüyor.(Henry Mencken)

-Büyük sıçrayışı gerçekleştirmek isteyen, birkaç adım geriye gitmek zorundadır. Bugün yarına dünle beslenerek yol alır.(Bertolt Brecht)

-Hürriyet, başkalarına vermedikçe alamayacağımız tek şeydir.(Wıllıam Allen White)

-Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır. Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar. Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.(John Steinbeck)

2.11.2009

Whatever Works


Woody Allen hayranı olarak, bu filmi izleyince çok mutlu oldum. Mutlu olmamın tabiki birçok nedeni var. Bunlardan bazıları; Allen'ın memleketi New York'a geri dönmesi,ikinci olarak son dönemlerde yaptığı filmlerin klasik tarzından biraz uzak olması ve bu filmle klasik Allen çizgilerine geri dönmesi ve son olarak Boris Yellnikoff karakterinin her ne kadar itici bile olsa, izlerken bana zaman zaman Allen'i hatırlatması diyebiliriz. Ayrıca izlerken şunu fark ettim, bu film bence bir sentez gibi olmuş, eski filmlerinden birçok detayı, Whatever Works'de bulabilirsiniz. Örnek olarak,Boris'in Melodie'yi anlatırken söyledikleri ile, Husband&Wives filminde ki Jack karakterinin güzel ama aptal olan sevgilisi Sam için söyledikleri nerdeyse aynı gibi. Bu tarz benzerlikleri dikkatli olan tüm Allen sevenler rahatlıkla fark edebilir. Dediğim gibi birçok yönden beni tatmin eden ve izledikten sonra Allen filmleri arasında ilk 5 değilsede ilk 10'a rahatlıkla koyabilceğim bir film. Filmin konusuna gelecek olursak; Boris Yellnikoff geçmişi başarılarla dolu ünlü bir fizikçidir. Hatta o kadar başarılıdır ki, Nobel ödülünü kılpayı kaçırmıştır. Eşinden trajik bir şekilde boşanan ve sonrasında intihar girişiminde bulunan Boris'in intihar girişimi başarısız olmuş ve topal kalmıştır. Bu olaydan sonra, iyice çekilmez biri olan Boris, günlerini ya arkadaşları ile aylaklık ederek geçirir ya da küçük çocuklara santraç öğretir. Boris'in hayatı bir akşam evine dönerken, evinden kaçan genç kız Melodie ile tanışması ile değişir. Onunla birlikte yaşamaya başlayan Boris, bir süre sonra Melodie ile evlenir. Boris'in deyişiyle her ne kadar zeka seviyeleri bir olmasa da, Melodie'ile geçirdiği yıl hayatının en kötü yılı sayılmaz:), hatta mutlu olduğu bile söylenebilirdi. Fakat, Boris'in hayatı, Melodie'nin ebeveynlerinin New York'a gelmesi ile tekrar karışır ve traji-komik olaylar birbirini takip eder... Uzun zamandan sonra klasik bir Woody Allen filmi izlemenin tadına doyamadım. Her zaman ki gibi cinsel öğeli espriler, yetişkinlerin arayışları ve maceraları ve olmazsa olmazı din altyapılı eleştiriler. Kısacası, övgüyü hak eden, başarılı bir Allen yapımı...

1.11.2009

A Bout De Souffle (Serseri Aşıklar)


Karşınızda Fransız Yeni Dalga akımının ilk örneklerinden biri var. 1960 yapımı filmin, yönetmenliğini Jean-Luc Godard yapıyor. Ayrıca senaryoda da Truffaut ile birlikte Godard'ın ismine tekrar rastlıyoruz. Filmin, sinema tarihinde belli bir yere sahip olmasının ve diğerlerinden ayrılmasının belli başlı bazı nedenleri var. Bunlar, o güne kadar yapılmış tüm filmlerde uyulan bazı kurallar vardır ve bu filmle birlikte o kurullar bir bakıma yıkılıyor. Nerdeyse, ilk defa senaryo bir bütünlük halinde ilerlemiyor ve bölük pörçük parçalar ustalıkla birleştiriliyor. Ayrıca, bu filmle birlikte Avrupa Sineması çok büyük bir popülerite kazanıyor. Bir not da filmin oyuncuları için söylemek istiyorum; Jean-Paul Belmondo ve Jean Seberg genç yaşlarına rağmen inanılmaz oyunculuklar çıkarmışlardır ve her ikiside filmden sonra büyük bir şöhret kazanmışlardır. Kişisel olarak, filmden sonra Seberg'e hayran kaldım. Bence, gelmiş geçmiş en etkileyeci ve en güzel kadın oyuncu.( Belki biraz abartmış olabilirim:) )


Michel Poiccard, ufak tefek hırsızlıklar yapan genç bir serseridir. Son yaptığı araba hırsızlığında istemeden de olsa bir polis memurunun ölümüne neden olur. Bu olaydan sonra apar topar Marsilya'dan kaçar ve Paris'e gelir. Daha önce bir kaç kez birlikte olduğu Amerikalı genç yazar adayı Patricia'yı bulur. Kadınlarla arası çok iyi olan Michel, garip bir şekilde bu kısa saçlı, zaman zaman ümitsiz zaman zaman ise güvensiz olan bu kıza aşık olur. En büyük amacı Patricia'yı ikna edip, onunla birlikte Roma'ya kaçmaktır. Michel, ne kadar duyguların dan emin olsa da. Patrica, Michel' e olan duygularından emin değildir. Tabi ki, bunun altında, Patrica'nın gel gitli ruh hali ve ne istediğini bilmeyen kişiliği yatar. Patricia, hem Michel'e bağlanıp deli gibi aşık olmak ister, hem de özgürlüğünden ve hayatından ödün vermek istemez. Michel ise, hayat karşı daha umarsızdır ve örnek aldığı Bogart'ın yeni yetme halleri ile Paris'i de karıştırmaya devam eder. Bu arada, polisler peşine çoktan düşmüştür ve çember Michel için git gide daralmaktadır.
Gerek günümüz romantik filmlerinin bir bakıma atası olması nedeni ile gereksede o gün
şartların da sahip olduğu özgün senaryosu ile dikkat çeken bir yapım. Diyalog zenginliği ve oyunculuk kalitesi de artı değerler olarak hanesine yazılıyor. Birçok yönden, kültleşmiş romantik-suç filmi, tavsiyemdir, iyi seyirler...
imdb notu: 8.0