Pages

26.08.2009

Rabia Hatun, Nazım ve Aşk...



Nazım Hikmet, Bursa Hapishanesi'nden Piraye'ye yolladığı bir mektupda 13yy.'da yaşamış bir kadın şairden bahsetmiş ve onun yazdığı aşk dolu şiire hem hayran olduğunu hemde kıskandığını belirtmiş, ayrıca bu şiiri Piraye'ye duyduğu aşka ithaf etmiştir... İşte o şiir;



Olsandı sen sema, olsandı sen hava
Alsamdı ben seni dem dem, nefes nefes.
Olsamdı ben mekan, olsandı sen zaman
Eflaki dolduran bir aşk olurdu bes
Bir kasedir alev dolu, gönlüm yana yana,
Ben ta senin yanında, dahi hasretim sana
Yaşlar dökende söndüremez ateşimi su,
Sunsan elinle kanımı, içsem kana kana...


Rabia Hatun

24.08.2009

Inglourious Basterds (Soysuzlar Çetesi)


Soysuzlar Çetesi, usta yönetmen Quentin Tarantino'nun 10yıldır çekmeyi düşündüğü ama bir türlü fırsat bulamadığı ve içinde hep yer etmiş bir filmdir. İlk olarak adını, Bir zamanlar Nazi işgalinde ki Fransa olarak düşünmüş, ama zamanla hem senaryo, hem casting hem de isim çokça değişime uğramıştır. 2.Dünya Savaşı'na farklı bir açı ile bakmak isteyen Tarantino, kendi üslübunu ve tarzını filme yansıtarak bir Western havası yaratmaya çalışmış. Düşünce olarak bile çok uçuk gelen Dünya Savaşın'da Western havası, Tarantino ile başarılı bir şekilde birleştirilmiş, tabiki absürd öğelerle. Belkide, birçok kez sinemaya aktarılan ve içinde birçok hikaye çıkarılmış ve artık yavaşça sıkmaya başlamış 2.Dünya Savaşı temasına son noktayı koymuştur usta yönetmen. Biraz iddalı olabilir ama bence bu film, artık bu savaş için söylenebilcek son söz gibidir, bundan sonra yapılacak hiçbir yapım daha fazla ilgi çekmeyecektir.

Film, Tarantino'nun yönetmenliğini yaptığı 6.filmi ayrıca senaryo ve yapımcılığı da Tarantino üstleniyor.Birçok kişi tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenen film'in oyuncu kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor; Brad Pitt, Diane Kruger, Christoph Waltz, Eli Roth, Melanie Laurent, Daneil Brül ve B.J Novak. Film, başlarken bile bir Tarantino eseri olduğu rahatça anlaşılıyor, müzikler ve filmin bölümlerden oluşması da ayrıca klasik Tarantino tarzında. Film'in başlangıcında, Shasoanna'nın ailesinin Naziler tarafından katledilişini izliyoruz, bir tek o kurtulmayı başarıyor ve Paris'e yerleşerek orada sahte bir isimle, sinema salonu işletmeye başlıyor ve en büyük amacı ailesine yapılanlardan dolayı Nazi'lerden intikam almaktır. Diğer bölümlerde ise, bu sefer karsımıza kendilerine 'piçler' denen ve bir grup azılı yahudi askerden oluşan bir grup cıkıyor, bu grubun amacıda, Shasoanna ile paralel, onlarda Nazi önde gelenlerine suikast için çabalıyorlar. Apaçi Raine (Pitt) komutasında ilerleyen yahudi askerler, ünlü alman oyuncu Bridget Von Hammersmark'ı casus olarak kullanarak, Alman Propagandasının yapıldığı film için sinema salonuna girmeyi başarılıyor, ne tesadüf ki bu sinema salonu intikam için yanıp tutuşan, Shasoanna Dreyfus'un sinema salonudur...

Film, genel hatlari ile gayet başarılı fakat, bazı yerlerde diyaloglar fazla uzatılmış ve çok kısa anlarda olsa bazen seyircinin dikkati dağılıyor. Pitt'in ve özellikle Waltz'un performansı çok başarılı ayrıca filmde komedi unsurlarıda yerinde ve fazla abartılmadan kullanılmış ve filme ayrı bir renk katıyor, iyi bir Tarantino filmi izlemek isteyenler kaçırmasın, ama bir Pulp Fiction veya Rezervuar Köpekleri yok karşınızada maalesef...

imdb notu: 8.7

22.08.2009

Bin-Jip (Boş Ev)


Güney Kore sinemasının yükselen yıldızı, Kim Ki-duk'un yönetmenliğini üstlendiği bu film, uluslararsı arena da birçok övgü almış ve ödüllere layık görülmüştür.61. Venedik Film Festivalin'de en iyi yönetmen ödülünü alan film, bir çok yönden Kim Ki-duk en iyi filmi sayılabilir. Bu filmde, Duk, en az seviyeye indirdiği diyaloglar , görsel öğeler ve muthiş müzikler ile bir başyapıt kazandırmış sinemaya. Kendine ait bir hayatı olmayan ve başka hayatlara kendine has yöntemlerle dahil olan bir adamın hikayesini konu alıyor film, genç adam tatile giden insanların evlerine giriyor ve bir aile ferdi gibi davranıyor bu evlerde. Yemek yiyor, duş alıyor, çamaşırları yıkıyor ama kesinlikle hırsızlık yapmıyor. Ve kendince, jestler yapıyor, evdeki bozuk eşyaları tamir ediyor ve evleri terk ediyor. Yine birgün, bir eve misafir oluyor fakat bu sefer evde birinin olduğunu geç fark ediyor. Evdeki genç kadın sürekli, kocasından şiddet gören ve mutsuz, içine kapanık biridir. İlk başta, birbirinden çok farklı görünen bu ikili arasında inanılmaz bir çekim gelişiyor ve umutsuzca birbirilerine aşık oluyorlar. Genç kadın, kocasından ve evinden kaçarak, bu genç adamla yaşamaya başlıyor ama birçok olumsuzluk onların peşini bırakmıyor. Kadının kocası yüzünden hapse düşen kahramanımız, bir süre sonra hapisten çıktıktan sonra herşey bu aşıklar için farklı bir boyut kazanıyor. Kişisel olarak söyliyebilceğim, son dönemlerde izleyipte en çok etkilendiğim ve büyülendiğim film. Duk, herkese az diyalog, ve sadece jestlerle, mimiklerle nasıl güzel film yapılabilceğini göstermiş. Kelimelerin, yetersiz kalabilceği büyük aşklar ve büyük hayatlar vardır ve bu film bunun ispatı gibi. Film'in sonunda geçen tek cümle bence filmi en iyi şekilde özetliyor , 'it's hard to tell that the world we live in is either a reality or a dream'...

imdb puanı: 8.0

21.08.2009

Martyrs (İşkence Odası)


Son dönemlerde popüler olan işkence öğeli gerilim filmleri arasında bence, Martyrs en başarılı ve en kayda değer olanı. Gerek kurgusu, gerek senaryosu ve oyunculukları ile, Hostel ve Saw serilerden gerçekten ayrılan bir film. 2008 Fransa yapımı bu filmin, yönetmenliğini, Pascal Laugier üstleniyor, yönetmenin bu 2.filmi, ilk filmi Kutsal Bakire'de gerçekten başarılı bir filmdi. Film, 70'li yılllarda geçen bir hikayeyi konu alıyor. Lucie, bir gün yol kenarında, yoğun bir şekilde işkence uğramış bir şekilde bulunur. Küçük kız aylarca, bir odada tutulmuş ve aç susuz bırakılmıştır. Bunun nedenini ve suçlularını arayan polisler kayda değer bir şey bulamazlar ve küçük kız yetimhaneye yerleştirilir. Lucie, yetimhanede bir tek Anna ile arkadaşlık kurabilir ve zamanla bu ikili arasında tutkulu bir arkadaşlık doğar. Bir kaç yıl sonra Lucie, kendisine bu işkenceleri yapan insanları bulur ve intikam almak için harakete geçer. Eve vardığında şaşkınlık içersinde kalır, ona bu kötülükleri yapan insanların gayet normal ve sıcak bir aile yapısı vardır. Ama hiçbir neden Lucie'yi durduramaz ve tüm aileyi öldürür. Anne ise bir yandan cesetleri gömmeye çalışıp bir yandan da evin gizli odasındaki gerçeklerle yüzyüze kalır. Çünkü, bu işkenceci insanlar bunu basit bir işlem olarak görmemektedir onlar sistematik şekilde işkence yapan ve bunu bir felsefi temele oturtmaya çalışan bir tarikattır. Bu tarikat zengin ve yaşını almış insanlar tarafından oluşmaktadır, bu gerçekleri anlamayan çalışan Anna biryandan da yeni kurban olduğunun farkına varır. Son dönemlerde, bu kadar gerilim dolu bir film izlemedim, insanın iliklerine kadar işliyor ve her sahnede yüreğinizi biraz daha hoplatıyor. Umulanın, aksine filmde çok fazla kan yok ve kesip biçme nerdeyse hiç yok. Bunları yapmadan ve ilk defa işkenceyi felsefi bir temele oturtan bir film. Gerçekten ilginç bir, Fransız filmi tavsiye ederim.

imdb puanı: 7.0

18.08.2009

THE HANGOVER (Felekten Bir Gece)






Son dönemde, vizyonda olan komedi filmleri arasında en çok güldüğüm ve en çok zevk aldığım filmlerden biri olan The Hangover, konusu itibarı ile klasik bir bekarlığa veda partisi gibi gözüksede, senaryosu ve işleniş biçimi ile insanın içinde inanılmaz bir merak duygusu uyandırıyor ve filmi bir solukta bitiriyorsunuz. Filmin yönetmeni, Todd Phillips, bu tarzın en başarılı yönetmenlerinden biri ve en önemli eserleri; Geyik Muhabbeti(2000), Eski Dostlar(2003) ve Afili Aynasızlar(2004). Oyuncu kadrosu ise yeni kuşak genç oyunculardan oluşuyor; Justin Bartha, Bradley Cooper, Heather Graham ve Zach Galifianakis. Filmin bir bölümünde ayrıca ünlü boksör Mike Tyson'da yer alıyor.


Filmde, en yakın arkadaşlarının düğünü için bekarlığa veda partisi düzenlemek için Las Vegas'a giden 4 kafadar arkadaşın hikayesi anlatılıyor. Düğünden 2 gün önce lüks bir otele yerleşen kafadarlar, eğlence akşamın sabahında, odalarında bir kaplan, ortalıkta dolaşan bir tavuk ve dolapta ağlayan bir bebekle karşılaşırlar. Ayrıca, en önemlisi arkadaşları damat adayı Doug ortada yoktur. Yalnız hiçbirinin geçen gece ne olduğundan ve nasıl bu hale düştüklerinden en ufak bir haberi yoktur. Hem bu olayların nasıl olduğunu anlamaya çalışıp hemde arkadaşları Doug'ı bulup onu düğüne yetiştirmeye çalışan kafadarlar, çok eğlenceli ve komik bir serüven yaşarlar.



Dediğim gibi türününün , son zamanlarında ki en başarılı çalışmalarından biri bu film, ayrıca filmde ki başarılı performansı ile, Zach Galifianakis (Alan) gözüme en çok çarpan oyuncu oldu. Komedi severlere tavsiyemdir, iyi seyirler...


imdb puanı: 8.2

17.08.2009

SECRET WINDOW (Gizli Pencere)


Korku ve gerilim eserleriyle tüm dünyada haklı bir ün kazanmış ,Stephan King'in 'Gece Yarısını 2 Geçe' adlı kitabında yer almış olan kısa öykü 'Gizli Pencere'den' sinemaya uyarlanmış olan bu film son dönemdeki ortalama korku-gerilim yapımlarından biri. Başrollerinde, Johnny Depp, Maria Bello, John Turturro ve Timothy Hutton paylaşıyor.Karısından dramatik bir şekilde ayrılan yazar Mort Rainey (Depp), göl kenarında ki küçük bir evde yaşamakta ve yeni hikayeler yazmaya çalışmaktadır. Birgün, hiç beklenmedik bir şekilde bir yabancı ile karşılaşır, bu psikopat yabancının adı John Shooter'dır ve Rainey'in hikayelerinden birinin kendine ait olduğunu iddaa etmektedir. Zamanla, Shooter'ın taleplerini yerine getirmeyince Rainey'in başına birçok problem gelir, köpeği öldürülür, eski evi yakılır ve kiraladığı özel koruma öldürülür. Psikopat Shooter'ın dediklerini yapmaktan veya ona hikayenin kendisinin olduğunu kanıtlamaktan başka bir çare kalmamıştır. Fakat, işler hiç de beklediği gibi gitmez ve Rainey gerçeklerle yüzyüze kalmak zorunda kalır. Psikolojik gerilimlerin son zamanlarda yakaladığı ilgi ve başarı bu filme biraz esin kaynağı olmuş, fakat şizofreni hastalığı ne Primal Fear ne de Fight Club kadar başarılı aktarılmış, ama yinede beklentilere cevap veriyor, ama filmin sonu biraz hafif ve başarısız olmuş. Artılarıyla, eksileriyle, izlenesi bir yapım, Stephan King ve Johnny Depp sevenlere duyurulur.

imdb puanı: 6.4

THE PARTY


Bu hafta klasikler bölümünde sizlere, klasik-komedilerden bir filmi tanıtacağım. Ünlü İngiliz oyuncu Peter Sellers başrollerde ve yine o muhteşem komedi tarzı ile insanı gülmekten kırıyor gerçekten. Ünlü komedyen, bugünün modern komedi anlayaşının önderlerindendir ve birçok otorite tarafından tartışmasız sinema tarihinin en komik oyuncularından biri olarak gösterilir. 1968 ABD yapımı bu filmde, yönetmenlği Blake Edward üstleniyor, Pembe Panter serilerinden tanıdığımız yönetmen, bu yapımdada gerçekten başarılı bir iş çıkarmış. Çoğunlukta, tek mekanda geçen bu film, tek mekanda geçmesine rağmen çok sürükleyici ve heyecanlı. Hintli bir karakteri canlandıran Sellers, filmdeki Hintli aksanı gerçekten çok başarılı bir şekilde konuşuyor, herhangi bir Hintli bile onun gerçek bir Hintli olmadığını anlayamaz. Hrundi V. Bakshi, sinema filmlerinde ufak roller alan, başarısız ve sakar bir aktördür. Son filmdeki, sakarlıklarında ötürü Hollywood'un kara listesine girmeyi çoktan başarmıştır. Yalnız, isim listelerindeki bir yanlışlıktan ötürü, Hollywood Jet sosyetesinin katıldığı bir partiye davet edilir. Tabiki, bu parti artık bildiğimiz Hollywood partilerinden olmayacaktır, çünkü sakar kahramanımız bu partiyi birbirine katacaktır. Sellers, inanılmaz komik bir karakteri canlandırıyor; sakar, meraklı, ağzını tutamayan ve saçma sapan konuşan biri. Ama bu karakter ayrıca, çok duygusal, iyi niyetli ve inanılmaz derecede safça. Filmin, sonuna doğru yakınlaştığı Fransız aktris ile birlikte partiden çıkan Hrundi, geçde olsa film setlerini perişan eden oyuncu olduğu anlaşılır. Fakat, artık herşey için çok geçtir, parti çoktan bitmiş ve Hrundi aradığı aşkı bulmuş ve onu ünlü film yapımcısından çalmıştır:) Son derece komik, absürd öğelerle kaplanmış, süper bir Peter Sellers filmi, tavsiyemdir, iyi seyirler...

imdb puanı: 7.4

14.08.2009

Groundhog Day (Yarın Aslında Dündü)


Fantastik romantik-komedilerin belkide en iyilerinden biridir Groundhog Day, konusu itibarı ile 90'lı yıllar komedilerinde benim için hep farklı biyerde olmuştur bu film. Bu özgün konu, yıllar sonra Adam Sandler'ın oynadığı 50 First Dates'e ilham kaynağı olmuştur. Film 1993 ABD yapımı ve yönetmenliğini Harol Ramis üstleniyor. Oyuncu kadrosu ise; Bill Murray, Andie MacDowell, Chris Elliott ve Stephan Tobolowsky'dan oluşuyor. Hava durumu spikeri Phil Connors, yerel bir festivali haber yapmak için yollara düşer ve Pennsylvania'daki küçük bir kasabaya gelir. Yanında yapımcısı ve sempatik kameramanı da hazır bulunmaktadır. Pek istemeyerek geldiği bu küçük kasabadan işini bitirip, şehre dönmek Phil'in en büyük hayalidir. Fakat işler pek istediği gibi gitmez, burnundan kıl aldırmayan ve küçük kasabaları küçün gören kahramanımız, bu küçük kasabada bir tür esir kalmıştır. Çünkü, Phil hergün aynı günü yaşamaktadır, hep aynı haberi yapmak zorunda olmak, hep aynı kafede yemek yemek, hep aynı müzikle uyanmak, bir süre sonra Phil'i çıldırtır ve defalarca kez intihar etmesine neden olur. O anda ölmüş bile olsa, Phil sabah 6'da aynı müzikle güne uyanmak zorundadır, bu kasabadan kurtuluş onun için yoktur. Zamanla, Phil ,yapımcısı Rita'yı tavlamaya çalışırken bazı gerçeklerle yüz yüze kalır, ve kendi hatalarını görmeye başlar. Bugüne kadar hiçbir insana yardım etmediğini, hiç aşık olmadığını ve hiç sevilmediğini anlar. Bu hatalarını düzeltmeye çalışır ve zamanla Phil bambaşka bir insan haline gelir, ödülü ise onun için herşeydir, sonunda bir sonraki günü yaşar ve hayatını aşkını kazanır. Müthiş kurgusu, kaliteli oyunculukları ve ironi dolu hikayesi ile izlenesi, kaliteli bir film. 90'lı yıllar sinemasını sevenlere duyurulur...

imdb puanı: 8.1

13.08.2009

Gran Torino


Yaşayan en büyük yönetmen ve oyunculardan biri olarak gösterilen Clint Eastwood, bu filmde iki alanda birden sinemaseverlerle buluşmuş. Son dönemlerde Amerikan Sistemini yerden yere vuran yönetmen, bu filmde de Amerikan rüyasına yine sıkı darbeler indiriyor. Sakin bir havada başlayan film, yalnız bir yaşlı adamın hayatını konu alıyor. Walt Kowalski, ailesi ile bağlarını nerdeyse sıfıra indirmiş, huysuz ve geri kafalı bir Amerikan milliyetçisidir. Karısının ölümünden sonra iyice içine kapanmış bu ihtiyarın, tek dert ortağı köpeği Daisy'dir. Kore savaşı gazisi olan Walt, zamanla yaşadığı mahallenin sakinlerinin değişmesi ile büyük bir sıkıntı içine girer. Mahallenin eski sakinleri gitmiş, yerlerine güney doğu Asya göçmenleri, Latinler ve Afrikalılar taşınmıştır. Koyu bir milliyetçi olan Walt, gözü gibi baktığı Gran Torino'sunu, yan komşularının oğlu Thao tarafından çalınmaya çalışılınca, silahına davranır ve çetenin karşısına çıkar. Korkusuz ve dengesiz tavırları ile , bu çeteye korkulu anlar yaşatır ve çetenin nefretini kazanır. Zamanla, Thao ile aralarında bir dostluğun temelleri de atılmaya başlanır ve Walt ,Thao'ya nasıl erkek olunacağını, nasıl davranacağını ve kadınlarla ilişkilerinin nasıl olması gerektiği hakkında nasihtlar verir. Ama, geç olmadan Walt'da fark eder ki, günümüz Amerika'sında Kovboylara yer yok, mafya ve sokak çeteleri heryeri kaplamış durumda. Bu sevimli Asya'lı dostlarını korumak, ve çoçuğu gibi gördüğü Thao'nun hayatını kurtarmak için bile bile, namluların ucuna giden ve bir nevi kendi ipini çeken Walt, ölümü ile aslında bir mutlu sonun başlamasına imkan verir. Günümüz Amerika'sına, Eastwood'dan eleştirel bir bakış açısı bu film, yalnızlaşan insanlar, umutsuz gençlerle dolu sokaklar, ırkçılık, kavga , uyuşturucu ve silahlar. Thao için herşey olumlu bitmiş gibi gözüksede, sokaklar da binlerce daha Thao var ve hepsi onun kadar şanslı değil. Umutsuz ve hüzünlü bir dram, ama izlenmesi gerekir. İyi seyirler

imdb paunı: 8.4

12.08.2009

High Fidelity (Sensiz Olmaz)




Nick Hornby'nin aynı adlı romanından uyarlanmış bu film, zamanla romatik-komedi tarzında kült bir film haline gelmiştir. Filmi bir şekilde benzetmek gerekirse, Bridget Jones'un kadınlar için nasıl bir önemi varsa, High Fidelity'nin de erkekler için öyle bir önemi vardır. Her erkeğin başından geçebilecek hayal kırıklıkları, aldatılmalar, terk edilmeler o kadar gerçekçi bir şekilde anlatılmışki, insan bir süre sonra kendi yaşadıklarından ufak kesitlerde bulabiliyor. Eski aşklar, yeni aşklar, sadakat, terk edilme ve bir erkeğin hayatının kadınında emin olma çabası, bir çok ironi ile dolu bir film. Başrol oyuncusu, John Cusack'ın birçok sahnede, kameraya karşı konuşması, bir süre sonra sizde film izliyor değilde, sanki bir arkadaşının derdini dinliyormuş havası doğurabilir. Oyuncu kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor; John Cusack, Catherine Zeta-Jones, Tim Robbins ve Jack Black... Basitçe konuyu anlatmak gerekir ise; Chicago'da 2.el plak dükkanı bulunan Rob( Cusack) zamanın çoğunu bu müzik markette geçirmekte ve sürekli bazı konuları temel alarak Top5 listeleri hazırlamaktadır. Taki, hayatının kadını gibi gördüğü sevgilisi Laura onu terk edene kadar. Büyük bir şokun içine giren Rob, bu sefer hayatındaki terk edilişlerinin Top5'ini yapmaya başlar ve daha önce biten ilişkilerinin neden bittiklerini hatırlamaya çalışır. Ve bu sayede geçmişte yaptığı hataların farkına varmaya başlar, bir yandan da Laura'yı tekrar kazanmak için büyük de bir çaba sarf eder. Gerçekten müthiş bir film, dediğim gibi her erkeğin izlmesi gereken ve baş ucu filmi yapması gereken bir yapıt. Ayrıca o müthiş karmaşık yapı ; insan kimyasının da sorgulandığı ender filmlerden, Rob , Laura 'ya olan kimyasal çekimini o kadar güzel anlatıyor ki, ona göre dünyanın en güzel gülen kadını Laura, o gülerken sanki bütün vücuduyla gülüyor... 2000li yılların en başarılı romatik-komedi filmlerinden biri, şiddetle izlenmesi gerektiğini savunuyorum...




imdb puanı: 7.6

8.08.2009

Primal Fear (İlk Korku)


1996 yapımı, Psikolojik- suç ve dram tarzı bir film, çoçukluğumda izleyip unutamadığım filmlerden biridir ve kısa bir araştırmadan sonra zor da olsa tekrar izleme şansına sahip oldum ve tekrar çok yoğun bir şekilde etkilemeyi başardı beni. Filmin yönetmeni Gregory Hoblit. Oyuncular ise; Richard Gere, Edward Norton ve Laura Linney. Film Norton'ın ilk filmi olması ile büyük ilgi çekiyor ve gerçekten Norton'ın yeteneğinin sonradan kazanılmış değil de tanrı vergisi olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor, o genç yaşında tecrübeli aktör Gere'ı gölgede bırakıyor ve büyük bir oyunuluk örneği gösteriyor. Bu filmden sonra tabiki birçok kapı Norton'a açılıyor ve birçok önemli yapıtta başrolleri üstleniyor. Hikayemiz Chicago'da geçmekte, başarılı ve kendine çok güvenen avukat Martin Vail, başpiskoposun ölümünden sorumlu tutulan 18yaşındaki Aaron'ı savunmaya karar verir. Bu dava aslında bir yandan da, Vail'ın şehirdeki yolsuzlukları ve adaletsizliği ortaya çıkarmasında bir fırsattır. Ayrıca davanın savcısı da eski kız arkadaşıdır. Dava ilerledikçe birçok gerçekle yüzyüze kalırlar, din adamının sapkın sex ilişkileri, geç Aaron'ın çiftkişilikli pisikolojik durumu ve hafıza kaybı işleri içinden çıkılmaz bir duruma getirmiştir. Vail'in tek yapması gereken Aaron'ın çiftkişilikli olduğunu kanıtlamak, cinayetin bilinçli işlenmediğini hakime inandırıp, genci idamdan kurtarmaktır. Zor olsada, Vail davayı kazanmayı başarır ama bu sefer başka bir gerçekle yüzyüze gelir... Filmin sonu gerçekten insanı şok eder bir şekilde bitmiş, bir çok nedenden dolayı sinema tarihinin iyi filmlerinden biri olarak gösterilen bu film, kesinlikle tavsiyemdir, iyi seyirler...

p.s : filmin müzikleride çok başarılı, ve filmde geçen Lacrimosa şarkısı, tüm dünyada bir şekilde Fado(portekiz folk müziği)'nun popülerleşmesinde büyük bir katkıda bulunmuştur. Filmi izledikten sonra tekrardan bir daha Cançao Do Mar'ı dinleyin:)

imdb puanı: 7.6

6.08.2009

Man On Wire (Teldeki Adam)


İlk defa bir belgesel filmi, sizlerle paylaşacağım. Kişisel olarak belgesel filmlerden pek hoşlanmasamda, Man On Wire filmi kurgusu, işleniş biçimi ve müzikleri ile benim beklentilermin üzerine çıkmayı başardı. Tabiki, konuda inanılmaz ilginç ve dikkat çekici bu da filmin başarılı olmasındaki diğer etken. 2008 yapımı bu filmin, yönetmenliğini ise James Marsh üstleniyor. Film Amerikan- İngiliz ortak yapımı. Philippe Petit genç bir Fransız akrobattır, çoçukluğundan beri bu işe gönül vermiş ve en büyük hedefi olan ikiz kulelerin tepesinde bir ipte cambazlık yapmak için, birçok yoldan geçmiştir. İlk önce Notre Dame katedralinin tepesinde bir ipte cambazlık yapmış ve daha sonra da Sydney'de o meşhur köprüde, bu serüvenleri zamanla Petit'i dünya çapında tanınan bir adam yapmış ve onu çoçukluk hedefine birazdaha da yaklaştırmıştır. Bir süre sonra, kendisine inanan kişileri yanında toplayıp, ikiz kulelerin tepesinde bir ipte asılı kalmak için planlara başlarlar, sandıklarından daha meşakatli ve zaman gerektiren bir iştir bu. Sekiz ay New York'da kaldıktan sonra Petit ve arkaşları inanılmaz engelleri aşıp, kulelerin tepesine ulaşmayı başarmış ve gerekli malzemeyide yukarı çıkarmayı başarmışlardır. Ve 7 Ağustos 1974'de ,saat 07.15 de Petit teller üzerinde ilk adımını atar , 411 metre yükseklikten şovunu yapmaya başlar, tam 45 dakika tellerin üzerinde kalır Petit. İpten indiğinde, polisler onu beklemektedir ve psikolojik değerlendirmeden geçip bir süre tutuklu bekletilir. Ama o çoktan, insanların gözünde bir kahraman olmayı başarmıştır bile. Arkadaşlarının ve zaman zaman da kendisinin de anlatımıyla, film görsel bir şölen eşliğinde geçiyor. İnsan izlerken inanamıyor ve Petit'in insan üstü azmine ve çalışkanlığına hayran kalıyor ve tabikide yeteneğine. Yüzyılın en büyük sanatsal suçunu işleyen, bu mucizevi adamın hikayesini sizide tavsiye ediyorum, kesinlikle izleyin, pişman olmayacaksınız. iyi seyirler...
imdb puanı: 8.0

4.08.2009

Aragon 'Elsa'nın Gözleri'


Fransız şair Louis Aragon son dönem Fransız Şiiri'nin en ünlü isimlerinden biridir, ayrıca en önemli şiir akımlarında biri olan Sürrealizm'in kurucularındandır. Sevgilisi Elsa'ya olan aşkı yıllar boyu dilden dile aktarılmıştır, o kadar sevmiştir ki Elsa'yı birçok şiir yazmıştır onun için, şimdi onlardan biri;


Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde

Uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde
Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer
Yaz meleklerin eteklerinden bulutlar biçer
Göklerin en mavisi buğdaylar üzerinde

Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın kırılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar

Ben bu radyumu bir pekbilent taşından çıkarttım
Benim de yandı parmaklarım memnu ateşinde
Bulup yeniden kaybettiğim cennet ülke
Gözlerin Perumdur benim Golkondum, Hindistan'ım

Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa'nın Gözleri Elsa'nın
gözleri Elsa'nın gözleri.


Louis Aragon

FLATLINERS (Çizgi Ötesi)


90'lı yılların belkide en iyi bilim-kurgu ve gerilim filmlerinden biri karşımızda. 1990 ABD yapımı bu filmin yönetmenliğini, Joel Schumacher üstleniyor. Tecrübeli yönetmenin birçok eseri adından söz ettirdi ve yönetmene büyük bir saygınlık kazandırdı. Örnek olarak; Falling Down, The Client, 8mm, A time to Kill ve Phone Booth bunlardan birkaçı. Oyuncu kadrosuda 90'lı yılların popüler isimlerinden oluşuyor; Julia Roberts, Kevin Bacon, Keifer Sutherland ve William Baldwin. Yaşam ve ölüm arasındaki ilişkiyi ve sınırı keşfetmeye çalışan 5 tıp öğrencisinin, ölümü göze alarak yaptıkları deneyimleri konu alıyor film. Beden fonksiyonları tamamen durdurup, kısa sürede olsa ölümü tatmaya çalışan bu genç doktorlar, ilk başta ölümün ilk anlarının inanılmaz huzur verici ve keyifli olduklarını düşünürler. Fakat, bir süre sonra gerçeklerle yüzyüze kalmak zorunda kalırlar, sınırı kısa sürede olsa geçen bu gençler, geçmişteki günahları ile karşı karşıya kalırlar ve bir şekilde geçmişteki ayıplarını telafi etmeye çalışırlar. Gerçekten kurgusu, oyunculukları ve görsel öğeleri ile inanılmaz kaliteli bir film. Gelecekten bir kesiti andıran boş ve salaş sokaklar, puslu ve yağmurlu hava, filme yoğun bir gerilim katıyor. Ölüm ve yaşam arasında ki sınırı ender konu alan filmlerden biri, eğer 90'lı yıllar bilim-kurgu eserlerinden hoşlanıyorsanız kesinlikle tavsiyemdir, artı olarak kaliteli oyuncu kadrosu ve başarılı bir kurgu filme daha da değer katıyor. İyi seyirler...

imdb puanı: 6.4

2.08.2009

In Bruges


2008 ABD ve Belçika ortak yapımı bu filmin yönetmenlğini Martin Mcdonagh yapıyor. İngiliz genç yönetmenin ilk filmi olması ile dikkat çekiyor ve bu ilk filmi ile Mcdonagh otoriteler tarafından büyük bir alkış toplamayı başarıyor. Oyuncu kadrosu da güçlü isimlerden oluşuyor; Colin Farrell, Ralph Fiennes, Brendon Gleeson ve Ann Elsley. Film, Belçikanın en romantik ve en mistik şehirlerinden biri olan Bruges'da geçiyor. Şehrin, ortaçağdan kalma ve iyi korunmuş tarih kokan bir yapısı var ve insan bir süre sonra Bruges'in gizemli yapısına hayran kalıyor. Film, son yıllarda yapılmış en iyi Dram-Komedi örneklerinden biri, hafif absürd öğelerde filmde yerini almış. Londra'daki patonları Harry tarafından Bruge'a tatile gönderilmiş Ken ve Ray, patronlarından telefon gelene kadar sıradan bir turist gibi davranması gereken ve telefon geldiğinde ise işlerini halletmesi beklenen, iki tetikçidir. Bu ikili hafif bir dram ve hafif bir komedi üslubu ile o güzel şehir Bruge'da turist gibi gezmeye başlarlar. Enteresan olaylar ve karmaşık durumlar bu ikilnin başından eksik olmaz. Patronları Harry aradığında ise olaylar daha da içinden çıkılmaz hale gelir, ava gittiğini zanleden Ray aslında kendisinin av olduğunu geçde olsa anlar, en yakın arkadaşının da onun ölüm meleği olduğunu. Ve romatik mafya lideri patronun da Bruge tatilinin ona son jesti olduğunu anlar. Bir yandan geçmişinde yaptığı hatalarla yüzleşen Ray bir yandan da başındaki problemi çözmeye çalışır. İzlenesi ,başarılı bir suç-komedi filmi, tarz olarak Coen Kardeşlerin tarzına bayağı yakın bir film, Colin Farrell, tam anlamıyla döktürmüş ve belkide geri dönüşünün sinyallerini vermiş. İlk filmi ile bu kadar büyük bir başarı sağlamış Mcdonagh'ın diğer filmlerini de dörtgözle beklemekteyim. İzlenmesi gereken ve tavsiye ettiğim bir filmdir, iyi seyirler...

imdb puanı: 8.1

1.08.2009

Wag The Dog (Başkanın Adamları)


1997 yapımı,Rain Man ve Good Morning Vietnam filmleriyle tanıdığımız,hemen her filminde sistem eleştirisi bulunan Barry Levinson'ın bunu bir tarz haline getirdiği filmi Wag The Dog,son yıllarda kendi ülkemizde yaşananlardan da görebileceğimiz üzere medyanın kitleler üzerindeki etkisini konu ediniyor.Film tamamiyle eleştiri temeline dayansa da,Dustin Hoffman ve Robert De Niro'nun muzip performansları filmi ciddi bir havadan yoksun kılıyor.


Filmin konusu ilk bakışta bir kurgu gibi düşünülse de dikkatlice bakıldığında aslında gerçek olaylara bolca gönderme yapıldığı ve konunun gerçek olaylar üzerinden yükseldiği görülebilir.Örneğin Clinton dönemi oval ofis macerasının tıpkısının gerçekleşmesi,Körfez savaşına yapılan göndermeler,kökten dinci,terörist güçlere karşı koyanbir siyasal irade ve yabancı topraklarda esir kalmış kahraman Amerikan eri klişesi.Filmin tamamı aslında klişelere dayanıyor.Klişelerin üstüne kurguladıklarıyla bir savaş dönemi Amerikası portresi çiziliyor ve bu sayede medyanın gücü anlatılmaya çalışılıyor.


Wag The Dog konusu itibariyle izlenilmesi gereken filmlerden biriyken,Hoffman ve De Niro'nun filmin içinde olması filmi daha da izlenilir kılıyor.İkisininde oyunculukları her zamanki gibi müthiş.Özellikle Dustin Hoffman'ın rolü ona bir ayrı yakışmış.İkili film boyunca Amerikan halkını uyutmak için verını yoğunu ortaya koyuyor ve tam sona gelindiğini düşündükleri anda filmin sonunda göreceğiniz en şık manevrayı yapıyorlar.Ayrıca filmin bir diğer sürprizi ise savaştan kaçan,masum Arnavut kız rolünde izlediğimiz Kirsten Dunst.Filmin imdb notu 7,0.Tam hakettiği bir not olmuş.