Pages

29.09.2009

21 Grams (21 Gram)


2000 yılında çektiği “Amores Peros” ve 2002 de çektiği “September 11” filmi ile başarı yakalayan Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu, "21 Grams" filmi ile Hollywood’un büyük oyuncuları ile çalışma fırsatı buldu ve bu filmde Oscarlı oyuncu Sean Penn, Benicio Del Toro ve güzel oyuncu Naomi Watts’ı bir araya getirdi.

Amores Peros filmi ile izleyenleri sarsan Meksikalı yönetmen. “21 gram” filmi ile izleyicilerle yine benzer bir hikâye ve kurgu ile buluşuyor. Birbirinden farklı 3 insanın başına gelenleri ve bir kaza sonucu yaşamlarının bir nokta da kesişmesinin anlatıldığı filmde, yönetmen izleyicilere kader kavramını sorgulatıyor adeta.

Matematik Profösör Paul ( Sean Pean) ölümcül bir hastalığın pençesinde ölümle yaşam arasında sıkışıp kalmış, yaşaması için uygun bir kalp nakli beklemektedir. Mutsuz bir evliliği ve ölmeden önce kendisinden bebek bekleyen bir karısı vardır. Ölüme adım adım yaklaşan sigara bağımlısı Paul’un hayatı sabıka dosyası bir hayli kabarık Jack ( Benicio del Toro)’in bir anlık ihmali sonucu trafik kazasına ve 3 kişinin ölüme sebep vermesi ile değişir. Talihsiz kaza ile değişen sadece Paul’un hayatı değildir. Aynı zamanda hayatını düzene sokmak için kendini dine adayan Jack’in ve ekonomik standartları yüksek, 2 çocuk annesi mutlu bir evliliği olan Christina’ın hayatı da altüst olmuştur artık ( Naomi Watts)

Christina, bu vahim kaza da kızlarını ve eşini kaybetmiştir. Paul ise bu kaza sonucu yeni bir kalbe sahip olmuştur. Jack artık inançlarını sorgulamaya başlamış ve büyük bir vicdan azabı ile polise teslim olmuştur. Başka birinin kalbini taşıyan ve vicdanı rahat olmayan Paul mutsuz evliliğine son vermiş, kalbini taşıdığı adamın ailesini araştırmaya başlamıştır. Christina ailesini kaybettikten sonra tekrar uyuşturucuya başlamış ve Paul ile tanışmıştır. Eşinin kalbini taşıması ile aralarında duygusal bir yakınlık başlamış ve işler bundan sonra daha karmaşık bir hal almıştır.

Son derece etkileyici bir kurgu ve hikâye’ye sahip Filmin akıllardan silinmeyen ve hafızalara kazınan bölümü bence filmin sonunda Paul’un ölümle yaşam arasındaki sahnede geçen şu sözlerdir;

Madeni paranın ağırlığı, bir kurşun, bir çikolata parçasının…21 gram ne kadar çeker?
Sokakta karşılaştığımız bedenleri dolduran, onları ayakta tutan bu mu? Sadece 21 gram..
Bizi kimi zaman kıvrandıran, kimi zaman bulutların üstüne çıkaran…Bedenlerimizi olduğu kadar hayatı da anlamlı kılan…
Sorgulamaların, acıların, iç hesaplaşmaların nedeni de bu mu? Duyarsızlaşmanın sebebi nedir öyleyse? 21 gram ne zaman kaybolur?
Kaç hayat yaşıyoruz?
Kaç kez ölüyoruz?
Ölüm anında 21 gram kaybettiğimiz söyleniyor
21 grama ne sığar?
Ne kadarı kaybolur?
21 gram ne zaman kaybolur?
Ne kadarı onunla gider?
Geriye ne kadarı kalır?
21 gram… Beş madeni paranın ağırlığı, bir kurşun, bir çikolata parçasının..
21 gram ne kadar çeker


Amores Perros (Paramparça Aşklar ve Köpekler)



Amores Perros, Meksika'lı yönetmen Alejandro Gonzalez İnarritu'nun 2000 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmidir. Birçok eleştirmen ve sinema otoritesine göre son 10 yılın en önemli dramı ve modern klasiği olarak gösterilmektedir. 2001 yılında Oscar ve Altın Küre'de En İyi Yabancı Film dalında aday olan film, Tokyo, Cannes, Los Angeles, Havana ve Chicago gibi bir çok film festivalin'den 30'a yakın ödülle geri dönmüştür. Katıldığı her festivalde 1. olan veya ilk 3'e giren film, bundan dolayı Tüm Festivallerin Birincisi gibi önemli bir ünvan kazanmıştır.

İç içe geçmiş hayatlar ve aşkların birbirleriyle bir trafik kazasında kesişmesini anlatıyor film. Octavio, genç ve serseri bir delikanlıdır, abisinin karısına çaresizce aşık olan Octavio, köpeği Cofi'yi köpek dövüşlerinde yarıştırarak para biriktirmeye çalışır. Yeterli parayı bulunca, abisinin karısı Susanne ile kaçmayı planlar. Bu arada uysal bir köpek olan Cofi'den bir dövüş canavarı ortaya çıkartır. Yine bir dövüş sırasında bir kavgaya karışan Octavio, kaçmaya çalışırken araba kazası geçirir. Diğer yandan, orta yaşlı iş adamı Daniel, uğrunu karısını ve çocuklarını bıraktığı model Valeria ile yaşamaya başlar. Birlikte yaşamaya başladıkları ilk gün, Valeria trafik kazası geçirir ve sakat kalır. Daniel ile Valeria'nin tüm hayatları değişir. Bu kaza ve sakatlık onların sevgilerini ve aşklarını sınamasına neden olur. Eski komünist gerilla El Chivo, ise kiralık katil olarak çalışmaktadır.Olay yerine gelen El Chivo, Octavio'nun yaralı köpeği Cofi'yi alarak barakasına tedavi etmekk için götürür. Yıllar önce inandığı şeyler uğruna savaşan Chivo, karısından ve kızından kopmak zorunda kalmıştır ve zamanla gözünü kırpmadan adam öldürebilen bir katil haline gelmiştir. Cofi'yi tedavi eden Chivo, eve gelince onu çok üzecek bir süprizle karşılaşır. Vahşileşmiş olan Cofi, barakadaki tüm köpekleri öldürmüştür. Tam Chivo kafasına silah dayamış Cofi'yi öldürcekken, onun bakışlarından çok etkilenir ve köpeği kendine benzetir. Köpek ona öğretileni yapmıştır sonuçta. Yaşlı komünist bu olaydan sonra, bir başka yüzünü ortaya çıkartır. Kısaca, Mexico City'de yaşanan bir trafik kazası bir grup insanın hayatını derinden etkiler ve onların hayat yönlerini değiştirir.

Son yıllarda yapılmış en önemli dram örneği olan film, hayata dair gerçekçi bakışı ve kenar mahalle insanlarının yaşamlarından kesitler sunması ile dikkat çekiyor. Film hakkında tek söyliyebilceğim tek eksi yön, filmin çok ama çok uzun olması (154 dk.). Buna rağmen çok sürükleyici ve akıcı bir film. Octavio rolünde ki Gael Garcia Bernal ve El Chivo rolünde ki Emilio Echevarria'ın çıkardıkları oyunculuklar gerçekten takdire şayen. Bol ödüllü ve başarılı bir modern klasik, herkese izlemesini şiddetle tavsiye ediyorum. İyi seyirler...


imdb puanı: 8.2

28.09.2009

Güneşi Gördüm ve Oscar...





Güneşi Gördüm, filminin 2010 Oscar Ödüllerine Türkiye'nin aday adayı olarak gönderilmesi aslında beni pek şaşırtmadı. Son dönemlerde ki politik ve siyasal gelişmeler eşliğinde gerçekleşen bir sonuç gibi gözüküyor. Çok daha başarılı filmler varken, örneğin; Sonbahar (Özcan Alper), 11'e 10kala(Pelin Esmer) veya Kıskanmak(Demirkubuz), aşırı dram ağıyla örülmüş ve klişelerle kaplı bir film aday gösterildi anlamak güç. Ayrıca biraz da filmin yönetmeni Mahsun Kırmızıgül'den bahsetmek istiyorum, hiçbir entellektüel altyapısı olmayan ve oyunculuk kariyeri bile basit tv dizilerinden oluşan bir kişinin bir kaç yıl içinde bu kadar büyük bütçeli filmleri çekecek kapasiteye nasıl geldiği meçhul? Daha, 3 veya 4yıl önce Şeysellerde sarışın bir güzelle Sarı Sarı gibi saçma şarkıya klip çeken, bu arkadaş değilmiydi? Benim derdim, filmin içeriği ile ilgili değil, bu ülke yıllardır bu iç savaş'dan çok çekti, Türkiye'nin her yerindeki insanlar çok acı çekti. Ama, 'Norveç güzel ülke oraya giden yırtar abi' miti ve İstanbul'a gelen ayvayı yer nidaları çok da abartılı bir şekilde anlatılmış bence. Ya da her eşcinselin, İstanbula gelince Travesti olması klişesi. Dediğim gibi benim hoşuma gitmemişti film. Benim adayım muhteşem görsel öğeleri ve gerçekçi konusu ile Sonbahar, ama nerde onu aday çıkartıcak yürek???

26.09.2009

Yılmaz Güney Ne Yerde Ne Gökte


Yılmaz Güney'in ölümünün 25. yılı...Bu anlamda en iyi çalışmayı,daha doğrusu-benim izleyebildiğim kadarıyla- tek çalışmayı Milliyet Sanat yapmış.Eylül sayısını Yılmaz Güney'e ayırmışlar ve alışılageldik üzere "mit" Yılmaz Güney'den ya da yerin dibine batırılan,sanatsal kaygılar üzerinden "bayağı","lümpen" bulunan Yılmaz Güney'den uzak durmuşlar.Sanatçı,daha çok yönetmen Yılmaz Güney'i anlatmaya,okumaya çalışmışlar.Öyle ya Türkiye'nin sinema tarihinde Cannes'dan "en iyi film ödülü"yle dönebilen bir yönetmen daha yok.Hatta,uluslararası ölçütler göz önüne alındığında yeni dönem sinemasından Nuri Bilge'yi saymazsak yanına yaklaşabilen dahi yok.Tabii,sinematografik değerlendirmenin bu ölçütlere göre yapılmayacağını biliyoruz.Fakat yine de sinemamızın gördüğü en büyük ödülü alan bir yönetmenin yönetmenliği hakkında bu kadar az yazılıp çizilmesi çok büyük bir eksikliktir.Böyle önemli eksiklikler söz konusuyken başlı başına bir Yılmaz Güney dosyası hazırlayan Milliyet Sanat ekibi önemli bir iş yapmıştır.


Cüneyt Cebenoyan yazmış,onun sinemasının etkileri hala günümüz yönetmenlerinde doğrudan ya da dolaylı bir şekilde önümüze çıkar.Onu örnek alan da vardır,aldığı ödülleri ona ithaf eden de,ondan nemalanan da...Ama hepsinin ötesinde bir Yılmaz Güney gerçeği vardır Türk sinemasında.Klişelerle de olsa tabulara yüklenir,günlük hayatta ne sorun varsa kamerasındadır.Ahlak'a ekmeğin gölgesinde bakar,töre cinayetlerine feodal düzenin arkasından...Anlatacaklarını doğrudan,en kestirmeden göstermesi çoğu zaman yavan bulunacaktır ama bu onun hayal gücünün yetersizliğinden değil,dünyaya bakışının dikliğindendir.Ekmekten başka,çaresizlikten başka,onurdan,yoksulluktan başka hiç bir şeye değinmemiştir sinemasında.Gerçeklikse gerçeklik,aşksa aşk...Zaten onu tüm üçüncü dünya ülkelerinin "Kral"ı olmasının sebebi de budur.Ellerinden alınan onurları,ellerinden alınan ekmekleri...Bunların peşindedir Yılmaz Güney.Durmadan bunları anlatır sinemasında.


Henüz öğrendiğim bir bilgi:O meşhur "Babil","Paramparça Aşklar,Köpekler " gibi günümüz klasiklerinin yönetmeni Meksikalı Alejandro Gonzalez Inarritu "Yol"u seyrettikten sonra film çekmeye karar vermiş."Yol"daki çok karakterli,hikayelerin bir birinin içine girdiği,belli noktalarda kesiştiği film türünü kendine örnek almış,filmlerinde ondan beslenmiş.Yani,şu an nefesimizi tutarak izlediğimiz,şahsen çokta beğendiğim Inarritu filmlerinin temelinde Yılmaz Güney'in yatıyor olması Türk sinemasının ne derece önemli bir sinemacısını kaybettiğinin göstergesidir.Onun tarzı belki de Mexico City varoşlarında köşeyi dönmek için köpeğini dövüştüren,en büyük hayali aşık olduğu kadınla birlikte kaçmak olan delikanlının silüetindedir.Ya da Inarritu'nun sinemasında bile yeterince basmakalıp duran ünlü bir mankenin,bir burjuvanın yaşadığı dramın çıplaklığında.


Mesele onun sinemasının da bir dili olduğunu kabullenebilmekte.Bugün Mahsun Kırmızıgül'ün Güneşi Gördüm'ü kati surette hiç bir politik tavır almaksızın,bu konuda devlet olsun diğer bir takım güçler olsun,resmi,gayri resmi öğretilenlerin,anlatılanların,ninni gibi tekrar edilen kardeşlik masallarının dışında hiç bir şey söylemezken yabancı dilde en iyi film dalında Oscar adayı olabiliyorsa,onun bir şeyler söyleme,üstelik insanlık için kutsal sayılabilecek nesneler,duygular hakkında bir şeyler anlatma telaşının perdeye yansımasına kimsenin edebilecek tek bir sözü olmamalıdır.Tüm zorlukları tek tek damıtarak bir dil oluşturmuştur kendine Güney.Kesinlikle "mit" değil.Eserleri göklere çıkartılamaz ama kendi yolunu oluşturabilmiş harikulade bir sinema adamıdır ve yaşadığı tüm zorluklara rağmen ısrarla film çekmesi tüm efsanelerde yer alabilecek kadar destansı bir direnişin öyküsü gibidir.

24.09.2009

The Science Of Sleep (Rüya Bilmecesi)



Rüya ile gerçek arasında geçen ve hayalgücünün derinliklerinde gezen bir film, The Science Of Sleep. Fantistik filmlerin yönetmeni, Micheal Gondry yine tarzını yansıtan bir film ortaya çıkarmış. Eternal Sunshine of the Spotless Mind ile bellek ve hafıza sildirme konularına el atan yönetmen, bu sefer de rüyaların gizemini çözmeye çalışmış. Başrollerini, Gael Garcia Bernal ve Charlotte Gainsbourg üstleniyor. Yardımcı rollerde ise; Alain Chabat ve Emma de Caunes'i izliyoruz.


Paris'e yeni yerleşen Stephan Miroux annesinin yardımı ile de bir ajans da iş bulur. Sıkıcı ve turistik takvimler hazırlamak zorunda kalan Stephan, ayrıca ilginç çalışma arkadaşları ile de birtakım sorunlar yaşar. Karşı komuşusu, Stephanie adlı güzel kıza da bir yandan ilgi duymaya başlar. İlk başta kız da ondan hoşlanır, fakat Stephan'ın çocuksu tavırları ve gerçek hayattan soyutlanmış halinden ötürü ondan uzaklaşır. Gerçek hayatta sönük bir tip olan ve birçok sorununa çözemeyen Stephan, rüyalarında Stephan tv'nin yıldızır. Karton kameralardan, karton dekorlardan kurulu olan bu tv'de, Stephan gerçek hayattaki sorunlarına çözümler bulmaya çalışır.


Sınır tanımayan yaratıcı yönetmen Micheal Gondry yine muhteşem bir iş ortaya çıkarmış. Fantastik öğelerle rüya bilmecesine cevaplar aramış. Görsel öğeler de çok başarılı ve adından söz ettirir nitelikte. Mukavva tüpler, selefon bantlar, oyuncak atlar, kumaştan gemiler ile kes-yapıştır bir harilar dünyası yaratılmış. Fantastik filmleri seven ve daha önce Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı izleyip de tadı damağında kalan herkesin, izlemesi gereken bir film.


imdb puanı: 7.5

Le Grand Bleu (Derinlik Sarhoşluğu)



Oldum olası, Akdeniz temalı filmler hep dikkatimi çekmiştir. İşte bu filmde onlardan biri, Luc Besson imzasını taşıyan film, 1988 yapımı. Usta yönetmen, lise çağlarında en büyük zevki olan dalmak tutkusunu, daha o zamanlar taslağını hazırladığı bu filmle bize gösteriyor. Ayrıca, yönetmen daha sonraları hazırladığı Atlantis belgeseli de deniz tutkusunu gözler önüne seriyor. Zaten daha önce amatör olsada dalış yapmamış birinin böyle bir filme imza atması imkansız gibi.


Hikayemiz, iki çocukluk arkadaşını konu alıyor, Enzo ve Jacques dalmayı Yunan adalarından birinde öğrenmiş biri Fransız diğeri İtalyan bir çoçuktur. Aralarındaki rekabet ve dostluk çoçukluk yıllarına dayanıyordur. Jacques babasını talihsiz bir kazada kaybetmiş ve adadan ayrılmıştır. Enzo'da, Güney İtalya'ya dönmüştür. İkiside, yıllar sonra, serbest dalış konusunda dünya çapında iki isim haline gelmişlerdir. Ama, aralarında ki en büyük fark , Enzo'nun rekor kırmak için dalması, Jacques'in ise denizle arasında özel bir bağ olmasıdır. Bu iki çocukluk dostu, yıllar sonra Dünya Şampiyonluğu için birbirlerine rakip olurlar. Ölümcül dercede tehlikeli olan bu dalışlar en büyük tutkuları olan dalmayı engelleyemez. Jacques'in sevgilisi Johanna ise bu rekabetin ve tutkunun en yakın tanığıdır. Ama kahramanlarımız, zamanı gelince ölüme dalış yaparken ne sevdiklerini ne de ailelerini düşünürler, onlar için en büyük aşk ve tutku dalmak ve suyun dibindeki gerçeği aramaktır.


Film genel hatları ile başarılı gözükmekte, dalış ve deniz tutkusunu zaman zaman komedi unsurları ile zaman zaman da fantistik bazı öğelerle birleştirmiş. Fakat, film çok uzun olmasından dolayı senaryo da bazı kopukluklar var. Jean Reno, çılgın İtalyan dalgıç Enzo rolünde çok başarılı ve komik ayrıca Rosanna Arquette ve Jean-Marc Barr'da başarılı oyunculuklar çıkarmış. Görülmesi gereken bir yapım, tavsiye ederim, iyi seyirler...

23.09.2009

A River Runs Through It(Bizi Ayıran Nehir)



Amerikan öykü yazarı Norman Maclean'in kendi gençliğini anlattığı hikayelerinden yola çıkılarak yazılan,baba-oğul eksenli,Amerika kırsalında (Montana) çekilen Robert Redford imzalı bir film Bizi Ayıran Nehir.Robert Redford 1980'de Ordinary People ile başladığı yönetmenlik serüvenine The Milagro Banfield War'la devam etmiş ve her iki filmde de iyi bir izlenim bırakmıştı.1992 yapımı olan Bizi Ayıran Nehir bu anlamda Redford'un yönetmenlik deneyiminin,iyi giden bir serinin üçüncü filmi olmuştur diyebiliriz.Zira 3. filminden sonra sürekli düşüş içinde olacaktır yönetmen Redford.Buna örnek olarak 2007'de çektiği Lion for Lambs'ı da gösterebiliriz.Anlaşılması zor,uzun ve sıkıcı bir filmdi.


Filmin Redford'un yönetmenliğinde "yükseliş devri"nin son filmi(şahsi fikrim) olarak durduğunu ,öte yandan Brad Pitt'in kariyerinde de ilk ciddi performans olduğunu belirtelim.Birden fazla meziyeti olan bir genç rolündeydi Pitt ve bu anlamda ilk kez bu kadar komplike bir rol aldığını söyleyebiliriz.Cesur,gözüpek,spora özellikle balıkçılığa inanılmaz yatkın aynı zamanda alkolik,kumarbaz tüm bunlara rağmen dikkat çeken bir gazeteci ve en önemlisi tüm asiliklerine,taşkınlıklarına karşı kendisine sempati duymaktan alıkoyamadığımız saf,çocuksu duruşu...Büyük ihtimalle bunların hepsini olmayı ilk kez deniyordu Pitt.

Tam olarak emin değilim ama filmin En İyi Görüntü Dalı'nda Oscar aldığını hatırlar gibiyim.Hoş,Oscar almamış olsa da görsel anlamda değerinden bir şey kaybetmiş sayılmaz.Gerçekten görüntüler enfes.ABD'nin Anadolu'su diyebileceğimiz Montana Eyaleti'nde geçen filmde,doğal güzellikler ekrana harika yansıtılmış.Film, Birinci Dünya Savaşı Öncesi Amerikası'nı anlatmış olmasıyla da dikkat çekiyor.Dinsel ögelerinde hiç aşırıya kaçmadan,yerinde kullanılmış olduğunu belirtelim.


NOT:Film sırf farklı tekniklerde alabalık avlamanın yöntemlerini görmek için bile izlenebilir.

2009 Avrupa Film Ödülleri ve Uzak İhtimal...


Avrupa Film Ödülleri belki de, Avrupa'nın en önemli film organizasyonlarından biri ve bu sene 25ülkeden 48 adet film davet edildi. Tabiki bunların içinde en çok dikkatimizi çeken film, yönetmenliğini Mahmut Fazıl Çoşkun'un yaptığı 'Uzak İhtimal'. 2008 yapımı film birçok ödüle şimdiden sahip oldu bile, iki farklı dine mensup iki kişi arasında geçen romantik-komedi hikaye çok ilgi gördü. Tabiki, hikayenin karakterlerin den birinin imam ve diğerinin de rahibe adayı bir hristiyan olması konuyu dahada çekici kılıyor.

Ayrıca, bu sene 22.si verilecek ödüllerde çok önemli filmler de yarışacak. Danny Boyle'ın filmi Slumdog Millonaire, Ken Loach'ın Looking for Eric, Stephen Daldry'nin The Reader, Lars von Trier'in Antichirist ve Almadovar'ın Broken Embrances filmleri, ödüllerin en ağır topları sayılabilir. Ama herşeye rağmen, katıldığı daha önceki festivallerde,ödüllerle dönen, Uzak İhtimal filminin, Avrupa Film Ödülleri'ne damga vurması hepimizin beklentisi...

Uzak İhtimal'in Bazi Ödülleri:
38.Rotterdam Film Festivali, En İyi Film
6. Crossin Europe Film Festivali, En İyi Film
28. İstanbul Film Festivali, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo
16. Altın Koza Film Festivali, En İyi Yönetmen

21.09.2009

The Man Who Cried (Erkeğin Gözyaşları)



Dram ve müzikal tarzında güzel bir film olan The Man Who Cried, güçlü oyuncu kadrosu ve görsel öğeleri ile dikkat çeken bir yapım. 2000 yapımı film, Fransa ve İngiltere ortak yapımı ve yönetmenliğini Sally Potter üstleniyor. Oyuncu kadrosu dediğim gibi çok iddalı. Johnny Depp ve Christina Ricci başrolleri üstleniyor ve yardımcı rollerde ise, Cate Blanchett ve John Turturro'yu izliyoruz. Rusya'da küçük bir kasabada yaşayan Fegele ve ailesinin Nazi tehtidi sonrası yaşadığı dram gerçekten çok inandırıcı bir şekilde aktarılmış. Fegele'nin hayattaki tek baği babası ve yaşlı büyükannesi'dir. Babası, Amerika'ya para kazanmak için gidince küçük kız bir bakıma yalnız kalır. Naziler bu köye yaklaşınca küçük kız bir grup yahudi göçmenle birlikte Amerika'ya gitmek üzere yola çıkar. Ancak, İngiltere'ye kadar gidebilir. İngiltere'de Hristiyan bir aileye evlatlık verilen Fegele zamanla Suzie adını alır ve Hristiyan gibi yetiştirilir. Bir süre sonra tek başına ayakta durmak ve Amerika'ya gidip babasını bulmak amacıyla, bir dans grubuna katılır ve Paris'e gider. Belkide, hayatta en başarılı olduğu şey müzik ve danstır. Babasının ona küçük yaşta öğrettiği şarkılar halen kulaklarındadır. Paris'de kaldığı süre boyunca birçok müzikalde ve dans programlarında yer alır ve Rus dansçı Lola ile arkadaşlığını pekiştirerek birlikte yaşamaya başlarlar. Lola sayesinde yeni bir operada iş bulurlar, bu arada kaderlerini değiştircek olan opera sanatçısı Dante ve at terbiyecisi çingene Cesar ile tanışırlar. Lola, zengin sanatçı, Dante ile aşk yaşamaya başlar. Suzie ise, at terbiyecisi Cesar ile yakınlaşır. Bu arada, Naziler yavaş yavaş Paris'e yaklaşmaktadır. Yahudi olduğu gerçeğini saklıyan Suzie için zor anlar başlar ya herşeyi bırakıp Amerika'ya kaçacaktır ya da kalıp, çingene sevgilisi Cesar ile zor bir aşkı yürütmeye çalışacaktır... Film gerek müzikleri ve görsel öğeleri ile gayet başarılı. Fakat senaryo da bazı kopukluklar var. Buna rağmen zengin oyuncu kadrosu , müzikal başarısı ve tarihi bir gerçekten çıkarılmış derin dram unsurları ile izlenesi bir film. Filmde, Yahudilerin tarih boyunca nasıl bir sürgün hayatı yaşadıklarına ve bunun onların gündelik hayatlarına nasıl etkide bulunduğunu göreceksiniz, iyi seyirler...

17.09.2009

Before Sunset (Gün Batmadan)


Serinin ilk filmini (Before Sunrise) sizinle paylaşmıştım, birbirini tanımıyan iki gencin, Budapeşte-Viyana treninde tanışması. Her ne kadar, farklı kültürlerden ve farklı şeylerden zevk alsalarda bir gecede birbirlerine sırıl sıklam aşık oluşlarına şahit olmuştuk. Gece onlara küçük bir zaman dilimi tanımış ama onlar bu küçük zaman dilimine kocaman bir aşk sığdırmışlardı. Filmin, sonunda ise tren istayonunda 6 ay sonra aynı yerde buluşma sözü vermişlerdi. 6ay sonra buluşup buluşmadıkları kocaman bir soru işaretiydi. Bu sorunun cevabını, Richard Linklater tam 9 yıl sonra veriyor. Film'de gerçek hayattaki gibi 9yıl sonrasını gösteriyor bizlere. Yıl 2004 ve Jesse, dünya çapında tanınan bir yazar olmuş ve yeni kitabının tanıtımı için Paris'i seçmiştir. Çünkü, kitabın hikayesi; trende tanıştığı Fransız kızla alakalıdır ve o Fransız kız hepimizin tahmin ettiği üzere Celine'den başkası değildir. Ve Jesse'inde beklediği olur ve imza gününün olduğu kitapçıya Celine gelir. Akşam Jesse'in uçağı olduğundan, onlara ayrılmış bir kaç saati dolu dolu geçirmek isterler. Ve can alıcı noktaya gelinir, kimin 6ay sonra Viyana'ya gelmediğine. Jesse tren istasyonuna gittiğini ve Celine'i göremediğini itiraf eder. Celine o gün büyükannesi öldüğünden orada olmadığını açıklar.İlk filmden alıştığımız üzere, bu filmde de iki oyuncunun diyalogları ağırlıkta. Çok zekice ve zaman zaman mizah unsurları ile kaplanmış diyaloglar yine çok ilgi çekici. İnsan ilişkilerinin doğasına çok derin bir bakış atan yönetmen, yine çok başarılı bir iş çıkarmış. Filmin sonunda bu seferde bir muallak bırakılıyor, Jesse, Celine'in evindeyken uçağı kaçırıyor ama aşklarının devam edip etmiyeceğine dair bir işaret bırakılmıyor. 9 yıl, bir devam filmi için çok uzun bir zaman gibi görülse bile, film ilerledikçe yönetmenin neden bu kadar uzun bir süre beklediğini anlıyoruz. Yıllar geçmiş olsa da, büyü sürmüş ve karakterlerimizle birlikte diyaloglar da büyümüş, daha gerçekçi ve samimi bir hava yaratılmış. Kesinlikle, izlenmesi gereken, aşkı ve insan psikolojisini irdeleyen bir romatik-komedi, tavsiyemdir, iyi seyirler...


p.s: Film'in başrol oyuncularından Julie Delpy'i daha sonraları yönetmenlik koltuğuna oturmuştur. Ve ilk uzun metrajlı filmi, Paris'te İki Gün'de inanılmaz bir şekilde bu seriden etkilendiğini görüyorsunuz. Karakterler ve hikayeler aynı olmasada, işleniş biçimi ve diyalaog yoğunluğu birbirine çok yakın.

imdb puanı: 8.0

Özdemir Asaf ve Kısa Kısa...


Türk şiirinin en önemli şairlerinden büyük şair, Özdemir Asaf'ın üç kısa şiiri'ni sizinle paylaşmak istedim, ne mükemmel şiirler...




BU SEVGİDİR
Onun güzelliğini herkes görüyorsa, o bence az güzeldir.
Herkes biliyorsa o bence hiç güzel değildir.
Onun güzelliğini yalnız ben görüyorsam bu sevgidir
Yalnız ben biliyorsam bu aşktır.
Hiç kimse görmüyorsa bu yalnızlıktır....


AŞK
Sen kocaman çöllerde, bir kalabalık gibisin,
Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin.
Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür;
Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.


DÜN SABAHA KARŞI
Dün sabaha karşı kendimle konuştum
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun başında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum...



15.09.2009

Los Lunes Al Sol (Güneşli Pazartesiler)


İspanyol sinemasın'dan güzel bir dram örneği olan filmin, yönetmenlğini Fernando Leon De Aranao üstleniyor. Film hem İspanya'da hemde uluslararası arena da birçok ödüle aday gösterildi ve bir kısmına layık görüldü. 2003 Goya Ödüllerin de toplam 5 ödül kazanan film, ayrıca 2003 Oscar Ödüllerin de En İyi Yabancı Film Adayları arasında gösterilmiştir. Başrol oyuncusu Javier Bardem ise 2002 Avrupa Film Ödüllerin de En İyi Erkek Oyuncu Adayı gösterilmiştir. İspanya'nın liman kenti Vigo'da geçen hikaye, bir grup arkadaşın günlük hayatlarından bir kesit sunuyor. Kısa süre önce, tersanenin kapanmasından dolayı işsiz kalan bu 4 arkadaş zamanlarının çoğunu en yakın dostlarının cafe'sinde geçirip, boş boş takılıp , sürekli birbirlerinin hayatlarını kritize ederler. Hepsi yıllardır işsiz olan bu kafadarlar, tüm iş bulma umutlarını kaybetmiş ve zamanla toplumdan ve sevdiklerinden izole olmuşlardır. Jose, sürekli karısının onu terk etmesinden korkar, Lino ise kendine uygun olmayan işlere sürekli iş başvurularında bulunur ve reddedilir. Santa, zamanının çoğunu kadınları tavlamaya ve durumuna aldırmıyormuş gibi davranmakla geçirir. En yaşlıları Amador ise en perişanlarıdır, herkesi karısının yarın bugün tatilden döneceği konusunda ikna etmeye çalışır. Film, 2000'li yılların en büyük sorunu olan işsizlik, yalnızlık ve adelet kavramlarını çok cesurca inceliyor. Ayrıca film, liberalizme ve serbest piyasa ekonomisine karşı son derece ağır eleştiriler de getiriyor. Arkadaşlığın, paylaşımın ve sevginin, insanları nasıl bir arada tuttuğunu ve insanların beşparasız ve işsiz olsalar bile nasıl mutlu olabilceklerini gösteriyor. Biraz da Javier Bardem'den bahsetmek istiyorum, ne muhteşem bir oyuncu olduğunu bu film'de de göstermiştir, huysuz bir İspanyol anarşisti ancak, Bardem bu kadar güzel oynayabilirdi. Kusursuza yakın, zaman zaman ağlatan , zaman zaman güldüren muhteşem bir dram, herkese tavsiyemdir...
p.s : Filmin bence en güzel ve akılda kalan sahnesi, Bardem'in küçük çocuğa Ağustos Böceği ve Karınca'nın hikayesini anlatırken, takındığı tavır ve hikayeyi yazana savurduğu sağlam küfürler:) Santa'ya göre karınca, topladıklarını aylaklık yapan Ağustos Böceği ile paylaşmalıydı:)
imdb puanı: 7.7

13.09.2009

Orphan (Evdeki Düşman)



2009 yapımı bu gerilim filminde, yönetmenliği Jaume Collet-Serra üstleniyor. İspanyol yönetmen daha önce Mumya Evi'nin yönetmişti, bu film onun 3.cü uzun metrajı ve bence başarılı bir iş çıkarmış. Filmin oyuncu kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor; Vera Farmiga, Peter Sarsgaard, Isabella Fuhrman, Jimmy Bennett ve Aryana Engineer. Filmin isminden de anlıyacağımız gibi yetim bir çocuk ve onu evlat edinen bir ailenin yaşadıklarını konu alıyor. İlk bakışta, Kate ve John'un mutlu bir evlilikleri, iki tane çoçukları ve güzel bir evleri vardır. Fakat, kısa bir süre önce 3.cü çoçuklarını doğmadan kaybetmişler ve John'un başından bir aldatma olayı geçmiştir. Ayrıca küçük kızları Max, doğuştan sağırdır ve 3.cü bebeği ona bir arkadaş olarak düşünmüşlerdir. Bir süre sonra john ve Kate acılarını bir nebze olsun unutmak ve Max'e arkadaş olması niyeti ile yetişkin bir kız çoçuğu evlat edinmeye karar verirler. Yakınlardaki, bir yetimhaneden, Esther adlı bir kızı evlat edinirler. Küçük kız inanılmaz yeteneklidir, yaptığı resimler, piyano çalışı ve kısa bir süre önce Amerika'ya gelmesine rağmen düzgün ingilizcesi aileyi şaşırtır. İlk bakışta çok olgun ve samimi gözüken Esther, zamanla erkek kardeşi Daniel'le ve üvey annesi Kate ile problemler yaşmaya başlar. Onun tek amacı tutku ile bağlandığı üvey babası John'un gözüne girmektir. Zamanla, tüm aile gerçeklerle karşı karşıya gelecek ve Esther'in gerçek yüzünü görecektir. Film, genel anlamda kaliteli ve sürükleyici, hernekadar bir gerilim filmi için, gerilim öğelerinin yetersiz olmasına rağmen, Altıncı His vari bitişi gerçekten etkileyiciydi. Vizyonda güzel bir gerilim filmi izlemek isteyenlere tavsiyemdir, çok çok iyi olmasada, iyi bir yapım sayılabilir. İyi seyirler...
imdb notu: 7.2

10.09.2009

Manhattan Murder Mystery



Sinemaya farklı bir tarz ve üslup getirmiş usta yönetmen ve senarist Woody Allen'in ,New York temalı son dönem filmleri arasında belkide en dikkat çekici yapımıdır, Manhattan Murder Mystery. 1993 yapımı film'in oyuncu kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor, Diane Keaton, Anjelica Houston, Alan Alda ve Zach Braff. Film genel olarak bir Allen filmi karakteristiğini fazlası ile gösteriyor; komedi, mizah, yetişkinlerin monotonlaşmış ilişkileri ve şehir yaşamı vs... Larry ve Carol uzun soluklu bir evliliğin sonucu olarak, heyecansız ve sıkıcı bir hayat yaşarlar. Birbirlerine hem yakın hemde çok uzak olan bu ikili, bir gün evlerine dönerken yan komşuları House'lara rastlarlar ve onların daveti üzerine evlerine giderler. House çifti yaşlı olmalarına rağmen halen birbirlerini çok sevmeleri ve tutku ile bağlı olmaları, Carol'ın çok hoşuna gitmiştir. Larry ise yine umursamaz tavrını sürdürmüştür. Bu arada en yakın aradaşları Ted ise karısından yeni boşanmış ve gözünü ilk aşkı Carol'a dikmiştir. Larry bu durumdan rahatsız olsada Carol durumun farkına bir türlü varmaz. Ertesi gün House çiftinin evindeki kalabalığa koşan ikili, bayan House'ın kalp krizinden öldüğünü görürler. Fakat, daha sonraları Bay House'ın rahat tavırları ve hiç zaman kaybetmeden başka kadınlarla görüşmesi bu ikiliyi ciddi bir şekilde şüpheye sevk eder. Hayatlarını nerdeyse bu gizemli cinayeti çözmeye adayan bu ikili, hem hayatlarına bir heyecan getirir hemde birçok gizemli olayı çözmeye başlarlar. Bir cinayet hikayesi bu kadar trajikomik bir şekilde anlatılabilir. Woody Allen ve Diane Keaton yine muhteşem uyumları ve başarılı oyunculukları ile filme ayrı bir hava katmışlar. Çok eğlenceli ve komik bir Woody Allen film, kesinlikle tavsiye ederim, iyi seyirler...


imdb notu: 7.2

Die Falscher (Kalpazanlar)


2.Dünya Savaşı ve Yahudi Soykırımı, belkide sinema tarihinin en çok işlenmiş konularıdır. Son yıllarda neyseki konu biraz da olsa eskimiş ve eskiye nazaran bu filmlerin sayısında da azalma olmuştur. 2007 Almanya yapımı bu filmin yönetmenliğini, Stefan Ruzowitzky üstleniyor. Oyuncular ise; Karl Markovics, August Diehl, Martin Brambach ve August Zirner. Filmin en büyük başarısı tabiki Oscar ödüllerin de aldığı En İyi Yabancı Film ödülüdür. Şahsen, filmin bu ödülü hak ettiğini pek düşünmüyorum. İlginç bir konu ve 2.Dünya Savaşı'na farklı bir perspektiften bakığını kabul etsem de, senaryoda ciddi kopukluklar var ve filmin akışı pek iyi değil. Tabiki, bu fikrimde konunun eskitilmiş olması ve bu tarz da zirve yapmış filmleri izlemem belkide etkili oldu. Örneğin; Piyanist ve Schindler'in Listesi. Filmde, klasik savaş sahneleri yerine, Nazilerin etkili kullandığı iktisadi anlamda geliştirdikleri kalpazan yöntemlere şahit olacağız. Ayrıca, Nazilerin yetenekli ve iş bilen yahudilere daha ayrıcalıklı davrandıkları ve onları kullanmak için ellerinden geleni yaptıklarını göreceğiz. Filmde Nazilerin en büyük amacı sahte para basıp, düşman ülkelerin ekonomilerini çökertmektir. Bu sahtekarlık işi için kurdukları grubun başına, Almanya'nın en büyük kalpazanı yahudi Salomon Sorowitsch'i görevlendirirler. İlk yaptıkları işlerde büyük başarı elde eden grup, daha sonraları vicdanları ile başbaşa kalırlar. Çünki, Almanya Savaşı kaybetmek üzeredir ve Nazileri tek kurtarabilcek şey basacakları sahte paralardır. Vicdanları ve canları kurtarmak için yaptıkları görevleri arasında kalan bu kalpazan grup bir karar vermek zorundadır. Bazı yönlerden iyi, bazı yönlerden eksik bir film, ama herşeye rağmen ilginç konusu ile izlenebilir bir yapım, şimdiden iyi seyirler...

imdb notu: 7.7

9.09.2009

Before Sunrise (Gün Doğmadan)


1995 yapımı bu film, ABD ve Avusturya ortak yapımı. Filmin yönetmenliğini ise Richard Linklater üstleniyor. Amerikan Bağımsız Sinemasının, genç ve başarılı isimlerinden biri olan Linklater, başarıyı büyük ölçüde bu filmle yakalamıştır. Before Sunrise'in ardından 9 yıl sonra aynı oyuncularla devam filmi çekilmiştir, (Before Sunset). Filmin oyuncu kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor; Ethan Hawke ve Julie Delpy. Film, çoğunlukla bu iki oyuncunun diyalogları arasında geçiyor, diğer oyuncuların rolleri çok küçük. Görünüşte, basit bir yol hikayesi ve aşkı gibi gözüksede. Başarılı oyunculuklar ve zaman zaman felsefi ve zaman zaman eğlenceli olan diyaloglar filme inanılmaz bir hava katıyor. Fransız yüksek lisans öğrencisi Celine ile Amerikalı Jesse, Budapeşte- Viyana treninde tesadüfen tanışırlar. Kısa bir süre içerisinde kendilerini derin bir sohbetin içinde bulunan ikili, Jesse'ni teklifi üzerinde Viyana'da inerler ve bir gece geçirirler. Ertesi sabah Jesse'nin uçağı vardır ve otele verecek parası bile yoktur, bundan dolayı sabah gün ışığına kadar Viyana sokaklarında gezmek zorundadırlar. Geçirdikleri 14 saat boyunca, kimi zaman evreni, kimin zaman insanları kim zaman da eski ilişkilerini kritize ederler ve bir süre sonra birbirilerine aşık olurlar. Ertesi gün, tren istasyonunda 6ay sonra aynı yerde buluşmak üzere sözleşirler, fakat aşklarının romantizmini kaybetmemek için ne adreslerini ne de telefonlarını alırlar. 6ay sonra buluşup buluşmadıklarını, serinin 2.ci filmin de yönetmen cevaplıyor, en kısa zamanda 2.ci filmi de sizinle paylaşacağım, iyi seyirler...
imdb notu: 8.0

7.09.2009

Breath (Nefes)


2007 yapımı Güney Kore filminde yönetmenliği hepimizin yakından tanıdığı isim Kim Ki-Duk üstleniyor. Bu film, yönetmenin 14.üncü uzun metrajlı yapımı. Boş Ev, Yay ve Zaman ile ünlenen yönetmenin, klasik tarzı bu filmde de gözümüze çarpıyor. Sıfıra yakın diyaloglar, içten ve hüzünlü bir hikaye ve imkansız aşk teması. Ayrıca, müzikler yine çok başarılı ve duygusal, gerçekten filmin içinde önemli biryer oluşturuyorlar. Film, idam mahkumu bir tutuklu ile evli bir kadının aşkını konu alıyor. İdam mahkumunu, televizyon dan izleyen kadın zamanla, defalarca intihar girişiminde bulunmuş bu idam mahkumuna karşı tutkulu hisler beslemeye başlıyor. Kadın görünürde, mutlu bir evliliğe, güzel bir eve ve tatlı bir kıza sahiptir. Fakat, kocası ile derinleşen iletişimsizlikleri ve kocasının onu sürekli aldatmasından dolayı, yeni arayışların içine girer. Mahkumu, görmeye kafayı koyan kadın, bir yandan da her gittiğinde ona farklı bir mevsimi yaşatmaya çalışır. Duvar kağıtları ve bazı meteryallerle bunu başarır ve ilginç bir şekilde hapishane müdüründen gerekli izni alır. Bu ziyaretler sırasında ikilinin arasında çok duygulu ve aşk dolu bir yakınlaşma başlar, taki kadının kocasının durumu fark edene kadar. Birçok otoriteye göre, film Kim Ki-Duk'un Boş Ev'den bu yana, gerçekleştirdiği en etkileyeci film. Zaman zaman filmdeki durgunluk hafif bir sıkıntı yaratsada, biraz sabırlı olunca ve filmi bitirince gerçekten pişman olmuyorsunuz. Güzel, bir uzak doğu sineması örneği, tavsiye ederim. iyi seyirler...

imdb puanı: 7.0

6.09.2009

KOKURO ŞANSI...


Japonya çok badireler atlatmış bir ülkedir. Japon halkının sonsuz azimi ve sabrı ile birçok sorunu atlatabilmişlerdir. Her ne kadar kendilerini vuran silahın tetiğini kendileri çekmiş olsa da, hak etmedikleri bir sonuca mahkum olmuşlardır. Roosevelt'in emriyle Japonya'yı vurmaya kalkan uçaklardan birinin hedefi de Kokuro idi. Bir yaz günü olmasına rağmen Kokurolular o sabah sisli ve yağmurlu bir hava ile uyandılar. B-29 bombardımanın uçağı Kokuro'nun üstüne geldiği zaman bulutlardan ve sisten şehirdeki hedefler net olarak görülmüyordu. 9 Ağustos 1945 saat sabah 11:02'de gelen talimatla Nagasaki şehri ikinci hedef olarak vuruldu. Kokuro bulutlar sayesinde bombalanmaktan kurtulmuştu. O günden sonra buna Japonya'da Kokuro Şansı deniyormuş. Bazen, kötü olarak algıladığmız şeyler, aslında iyi olabiliyor....

4.09.2009

Breaking And Entering (Hırsız)


2006 yılı ABD-İngiltere ortak yapımı bu film, günümüz Londra'sında yaşayan iki farklı hayatın birbiriyle kesişmesini ve ortaya çıkan kriminal olayları ve sosyal dramı konu alıyor. Filmin yönetmenliğini, Anthony Minghella üstleniyor. Yönetmeni, İngiliz Hasta, Yetenekli Bay Ripley ve Soğuk Dağ filmlerinden tanıyoruz. Yetenekli Bay Ripley ve Soğuk Dağ filmlerinde, Jude Law ile çalışan yönetmen, tekrardan Law'u tercih ediyor. Diğer önemli oyuncular ise; Juliet Binoche, Robin Wright Penn ve Ed Westwick. Will, yetenekli ve genç bir mimardır, yeni açtığı büro şehrin kenar kısmındadır ve birkaçkez hırsızlığa uğrar. Yine birgün hırsızlık olayının ardından, genç hırsızı takip eden Will onun evini öğrenir. Onu polise, ihbar etmek yerine hırsızın annesi Amira ile arkadaşlık kuran Will, zamanla Amira ile aşk yaşamaya başlar. Küçük oğlu Miro ile yalnız yaşayan Amira, Bosna Savaşın dan kaçmış ve Londra'da göçmen olarak yaşamaktadır. Hem oğlunu beladan uzak tutmak, hemde para kazanmak için yoğun bir çaba sarf etmektedir. Bu nedenlerden dolayı Will'le yakınlaşır ve oğlunu affetmesini bekler. Will, biryandan Amira ile yaşadığı ilişkiye odaklanırken biryandan da karısı ve küçük kızının problemleri ile yüzyüze kalır. Filmde, sosyal bir drama şahit oluyoruz, bir tarafta Londra'nın yerlileri ve diğer tarafta göçmenler, bu iki grubun birbirleriyle olan ilişkileri çoğu zaman dramatik olabiliyor. Güzel bir modern zaman hikayesi, biraz yavaş ilerlesede güzel ve izlenesi bir film...
imdb puanı: 6.6

2.09.2009

Cinema Paradiso (Cennet Sineması)


İtalyan sinemasının 90'lı yıllar yapımlarını çok severim ve o yıllardan kalan 3 eser, her zaman benim için çok özel olmuştur. Bu eserler, daha önce sizinle paylaştığım Il Postino, Cinema Paradiso ve Mediterrano'dur. Bu üç filmde, sıcacık, duygusal ve Akdeniz'in tüm güzelleklerini anlatan filmlerdir. Cinema Paradiso'nun yönetmenliğini, Giuseppe Tornatore yapıyor. Yönetmenin diğer önemli eserleri ise; The Star Maker, 1900 Efsanesi ve Malena'dır. Ama yönetmen büyük ölçüde bu filmle, ismini tüm dünyaya duyurmuştur. Film, 1989 Cannes Film Festivalin'de Jüri Özel Ödülü'nü ve Yabancı Dilde En İyi Film Oscar'ını kazanmıştır.

Hikayemiz, sinema meraklısı, yaramaz çoçuk Salvotere'yi konu alıyor. Annesi ve kız kardeşi ile Güney İtalya'nın küçük bir kasabasında yaşayan Salvatore, gençlik yıllarında bu kasabadan ayrılmış ve şehre yerleşmiştir. Ünlü bir yönetmen olmuş, fakat kasabası ile tüm organik bağını yitirmiştir. Yıllar sonra bir dostun ölümünü öğrenen Salvatore, cenaze için kasabaya gitmeye hazırlanırken bir yandan da eski anılarını düşünmeye başlar. Ölen dostu Alfred'in onun için çok büyük bir önemi vardır, bir sinema salonunda makinist olarak çalışan Alfred, babasız Salvatore'ye hem babalık etmiş, hemde sinemanın tüm inceliklerini ona göstermiştir. Hayata dair de birçok öneride ve yardımda bulunmuş ve Salvotere'nin bugünlere gelmesinde büyük bir rol oynamıştır. Filmi, izlerken Sinema'nın nasıl bir mucize olduğunu ve insanları nasıl bir araya getirip nasıl aynı noktada birleştirdiğini göreceksiniz. Sinema, bir hayattır ve gelişimdir, insanları mutlu eder ve sosyalleştirir, işte Cennet Sineması bunların hepsidir.


Herkesin izlemesi gereken çok iyi bir İtalyan Sineması örneği, muhteşem görsel öğler, başarılı oyunculuklar ve tutkulu bir anlatım. Hepsi bu filmde mevcuttur, kesinlikle tavsiye ediyorum iki buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamıyacak ve uzun bir süre etkisinden çıkamayacağınız bir film, iyi seyirler...

imdb notu: 8.4

Falling In Love


Bu sefer karşınızda 1984yapımı, Romantik-Dram tarzında bir film var. Başrollerinde, iki muhteşem ismi görüyoruz; Robert De Niro ve Merly Streep. Yönetmenliği ise, Ulu Grosbard üstleniyor. Film, tarzı ve konusu ile beklentilere pek cevap veremiyor maalesef, televizyon filmi havası ve sıradanlaşmış konusu ile yavaş ilerleyen bir yapım. Fakat, iki usta oyuncunun başarılı performansları ve isimleri filmi bir nebze izlenesi kılıyor. New York'un banliyölarından hergün Manhattan'a giden Frank ve Molly, yılbaşı arifesin de alışveriş yaparken rastgele tanışırlar ve dostluklarını zamanla ilerletirler. Hergün, aynı trende buluşan ikili arasında inanılmaz tutkulu bir ilişki başlar ve birbirilerine delice aşık olurlar. Fakat, bu ilişki ikisi içinde zamanla tehlikeli bir boyut alır, çünki; ikiside evlidir ve Frank'in iki çoçuğu vardır. Bir karar vermek zorunda olan sevgililer, ya yasak ilişkilerini bitirecek ya da yeni bir hayata başlıcaklardır. Boş bir zamanda, romantik bir film izlemek isteyenler için ideal olabilir, ama kesinlikle usta oyuncuların ismini görüpte beklentilerinizi yükseltmeyin, iyi seyirler...


imdb notu:6.1

1.09.2009

The Good, The Bad and The Ugly...


Klasik Western tarzında sinema tarihinin en iyi filmi olarak gösterilen bu yapım, genel anlamda da sinema tarihinin en iyi ilk 10 filmi içinde gösteriliyor. 1966 yapımı film'in yönetmenliğini Sergio Leone üstleniyor, yönetmen Western filmlerine getirdiği farklı üslubla tanınıyor. Diğer önemli filmleri; Bir Avuç Dolar, Birkaç Dolar İçin vs... Filmde, tarihsel olaylar başarılı bir kurgu ile sentezlenmiş ve başarılı bir anlatım ortaya çıkmış. Amerikan iç Savaşı'nın, süreci ve genel olarak etkileri yüzeysel olsa bile anlatılmış. Bir yandan Savaşı izlerken, bir yandan da 19yy.'da ki Vahşi Batı'nın gerçekleri ile yüzyüze kalıyoruz. Hikayemiz, 3 kişi arasına dönüyor, bu 3kişininde hem benzer özellikleri var hemde birbirilerini ayıran derin farklılıkları. The Ugly(Tuco), azılı bir kanun kaçağıdır, yersiz yurtsuz başı boş bir şekilde gezer, tek derdi hırsızlık veya düzenbazlık yaparak para kazanmaktır. Ayrıca, The Good(Blondie) ile geçiçi olsada ortak işler yaparlar. The Bad( Angel Eyes)'da ise içlerinde en korkutucu olanıdır, gözünü hiç kırpmadan adam öldürebilir ve çok acımasızdır. Son olarak Blondie'yi tanıtmak gerekir ise, o karizmatik ve hoşgörülü bir Kovboy'dur, kanunsuz işler yapsa bile içinde acıma hissi olan, paylaşmayı bilen ama inanılmaz bir biçimde zeki olan ve içlerinde silahı en iyi kullanandır. Bu üçlünün yolu, Savaş sırasında kaybolan altınların yerini bulma yolunda kesişir ve inanılmaz keyifli ve eğlenceli bir serüven ortaya çıkar. Klasik Western filme ilgisi olan herkesin izlemesi gereken bir film, gerek müzikleri, gerekse de konusu bakımından , kendi tarzında bir başyapıt. Ayrıca, başarılı oyunculukları da kenara atmamak lazım, bu filmde ki Blondie rolü ile, Clint Eastwood yaşayan bir efsaneye dönüşmüş ve replikleri ise kült hale gelmiştir...

imdb puanı: 9.0