Pages

29.10.2009

Interview With The Vampire (Vampirle Görüşme)

Vampir temalı filmler, oldum olası korku-gerilim tarzı filmlerin içinde en çok dikkatimi çeken ve en çok sevdiğim yapımlardır. Eğer bir Top5 yapmam gerekirse, olmazsa olmazlarım şu filmler olur;

1- Dracula ve Interview with Vampire
2- Nosferatu
3- Let the right one in
4- Shadows of the Vampire
5- Near Dark

İşte bu Top5 içinden, 1.ci sıraya efsane korku filmi Dracula ile birlikte koyduğum Interview with the Vampire filmini anlatacağım. Öncelikle, film bir roman uyarlaması ve kitabın yazarı Anne Rice, Dünya'nın en önemli Vampir araştırmacılarından ve yazarlarından biri. Bu da senaryoya, daha gerçekçi bir hava katmasına neden olmuş. Ayrıca filmin oyuncu kadrosu da çok güçlü. Brad Pitt, Tom Cruise, Kirsten Dunst, Antonio Banderas ve Christian Slater gibi isimleri bir arada izlemek filme inanılmaz bir hava katıyor.


Film, 200 yaşında bir vampirin başından geçen olayları ve hayat hikayesini anlatmak üzere bir gazeteciyle anlaşması ile başlıyor. Bu duygusal vampirin adı Louis'dir. 1800'lerin başların da New Orleans'da bir çiftliğe ve mutlu bir hayat sahip olan Louis'in hayatı karısının ve doğmamış bebeğinin ölümü ile birden değişir. Hayattan soğuyan ve ölümü bekleyen Louis'in, çağrılarını Lestat isimli bir vampir duyar ve Louis'i vampire dönüştürür. İlk başlarda bu karanlık hayat Louis'in hoşuna gitmiştir ama zamanla insancıl duyguları öne çıkar ve insan kanı içmekten vaz geçer. Fareler, tavuklar ve köpekler onun yeni yemleridir. Bir süre sonra, Louis'in duygusal haline şahit olan Lestat, ona arkadaş olması için küçük bir kızı vampire dönüştürür. Zamanla küçük vampir Claudia ve Louis arasında inanılmaz güçlü bir bağ oluşur ve Lestat'ı ortadan kaldırıp, türleri hakkında ki gizli cevapları bulmak üzere eski Dünya'ya yolculuğa çıkarlar.
Nerdeyse tüm Avrupa'yı gezen bu ikili hiçbir vampir izine rastlamazlar. Tam, vampir bulma umudlarını kaybetmişlerken Avrupa'nın en eski vampir klanların dan birinin lideri olan Armand ile tanışırlar. Ama bu klanla, tanışma Louis'in beklediği gibi olmaz ve ikilinin başlarına büyük sorunlar açılır.


Sinema, tarihinin en önemli vampir filmlerinden biri. Sıradışı hikayesi ve güçlü oyuncu kadrosu ile karşımıza çıkıyor. Geleneksel vampir inanışlarını ve ritüellerini yozlaştırmadan ve basitleştirmeden önümüze koyuyor. Her gerilim severin izlemesi gereken, bana göre şimdiden kültleşmiş bir vampir filmi. İyi seyirler...
imdb puanı: 7.4

27.10.2009

Doghouse



Doghouse'ı , blog sahibi bir arkadaşın tavsiyesi üzerine izledim ve açık konuşmak gerekirse pek tarzım olmamasına rağmen çok beğendim. Bu yıl itibarı ile Zombi temalı filmlere bir geri dönüş sözkonusu ve bu noktada karşımıza, Zombieland ile Doghouse çıkıyor. Zombieland'i daha izlemedim ama edindiğim bilgilere göre, Doghouse'dan daha başarılı bir bir yapımmış. Doghose' a geri dönersek, tipik bir B tipi film diyebiliriz. Düşük bütçeli bir film, ayrıntılar da hafif abartı söz konusu, ama bu absürdlük hiçbir şekilde sıkıcı bir hal almıyor. Filmin, diğer önemli noktası ise İngiliz yapımı olması. Daha önce İngiliz yapımı, bir korku-komedi izlememiştim (hatırladığım kadarıyla). Beklentilerimin düşük tuttuğum bu film, gerek komedi unsurları gereksede başarılı mekan tercihleri ile beklentilerimin üzerine çıktı.


Bir grup arkadaş, yeni boşanmış dostları Vince'in acısını biraz olsun unutması için yollara düşerler. Gitmek için seçtikleri kasaba, bir erkeğe dört kadının düştüğü Moodley kasabasıdır. Bütün amaçları, bütün gün bira içip, Mooodley'de ki kadınlara sarkmak olan bu grup, kasabaya gittiğin de hiç beklemedikleri olaylarla karşılaşırlar. Kasbada ki tüm kadınlar, bir virüs nedeni ile Zombiye dönüşmüş ve tüm erkekleri yok etmişlerdir. Bu azılı zombi kadınların yeni hedefleri ise, kasabaya gezmeye gelen Londra'lı kafadarlardır. İnanılmaz eğleceli ve komik bir film. Düşük bütçesine rağmen başarılı oyunculukları, başarılı mekan seçimi ve konusu ile dikkatleri üzerine topluyor. Korku-komedi tarzı seven arkadaşlar, zaman kaybetmeden filmi izlesinler, tavsiyemdir...


imdb puanı: 6.2

25.10.2009

La Mome (Kaldırım Serçesi)


La Mome, uzun zamandır izlemek istediğim ama sürekli izlemeyi ertelediğim bir filmdi. Gerek filmin çok uzun olması, gerek biyografik filmlerden çok hoşlanmamam ve gerekse de filmin birçok eleştirmenden eksik not alması, beni filmden uzaklaştırmıştı. Ama herşeye rağmen o büyülü sesi çok sevmem ve biraz olsun onun hayatı hakkında gizli kalmış birşeyleri öğrenirim diye başladım izlemeye.

Filmin yönetmenlğini Olivier Dahan üstleniyor. Başrollerde ise, Marion Cotillard, Sylvie Testud ve Gerard Depardieu var. Film, genel olarak Edith Piaf'ın kırklı yaşlarına değiniyor. Piaf'ın hayatında ki, çalkantılar, içki ve kullandığı yanlış ilaçların onu nasıl 45 yaşında iken, 70 yaşında gibi gösterdiğini görüyoruz. Şahsen, benim o sahnelerde içim parçalandı öyle mükemmel bir sese sahip olan bir insanının genç yaşta düştüğü durum içler acısıydı. Ayrıca filmde, Piaf'ın çocukluğuna ve gençliğine ait birçok detayda bulabilirsiniz. Ya da ünlü boksör Marcel Cerdan ile yaşadığı tutku dolu aşk. Piaf'ın hayatına ait bütün bu noktalar, çok detaylı bir şekilde anlatılmış. Fakat, geri dönüşler ve ileri atlamalar inanılmaz kafa karıştırıcı. Piaf'ın gençlik yıllarından bir sahne izlerken bir anda son günlerine aktaran bir sahneye gidebiliyoruz. Genç yönetmen parçaları birleştirmekte gerçekten zorlanmış ve bence iyi bir iş çıkartamamış. En zorlandığı noktalarda, muhteşem oyunculuğu ile Marion Cotillard yardımına koşmuş. Cotillard, belkide hayatı boyunca unutamayacağı bir oyunculuk ortaya koymuş ve Oscar'ı da kapmıştır.

Eksik ve gedikleri ile her ne kadar başarısız bir film gibi dursada, Edith Piaf'ın kalıplara sığmayan hayatı ve o dillere destan sesi birçok şeyi görmezden gelip, filmi bitirmemize neden oluyor. Son sahnede(Olympia Konserinde), söylediği ve benim en çok seviğim şarkısı, Non je ne regrette rien, bence Edith'in hayatını en iyi şekilde özetliyor...


'Hayır! Hiçbir şeyden!
Hayır! Pişman değilim hiçbir şeyden!
Ne bana yapılan iyilikten, ne de kötülükten...
Hepsi bir benim için!'

22.10.2009

Kanal-i-zasyon


Film 23 Ekim Cuma(yarın) vizyona girecek aslında ama filmin İstinye Park'ta yapılan galasına gitme şansım oldu ve izlenimlerimi sıcağı sıcağına yazabilme imkanı buldum.Değerlendirmelere başlamadan önce,Okan Bayülgen'in oyunculuğa dönmüş olması filmin bana göre en büyük artısı olmuştur diye belirtmek istiyorum.

Gala izlenimleri gibi magazinel muhabbetleri geçip filme dönersek;Kanal-i-zasyon'un yönetmenliğini,bir zamanlar Şahan Gökbakar'ın televizyonda yayınlanan skeçlerinin yönetmeni olarak tanıdığımız Alper Mestçi üstlenmiş.Alper Mestçi denince akla ilk gelen hep Şahan Gökbakar olmuştur ancak Kanal-i-zasyon'un Mestçi'nin ilk filmi olmadığını belirtelim.Mestçi, daha önce önüne hangi türe ait olduğunu belirten cinsten bir sıfat koyamayacağımız Musallat filminin de yönetmenliğini yapmıştı.Bu anlamda,Kanal-i-zasyon'u,yönetmenin ilk filmine nazaran çok daha fazla ciddiye alabiliriz diye düşünüyorum.Öte yandan,çoğu kişinin aksine ben Alper Mestçi'yi,Hüseyin Özcanla birlikte hazırladıkları,Milliyet'te çıkan "Serin Duruş" köşesinden tanıyorum.Köşede ünlülerin gaflarını ve mizah yazılarını paylaşıyorlardı ve gerçekten çok başarılılardı.Yani,kendi adıma,yazar Alper Mestçi yönetmen olanından daha başarılı diyebilirim.Kanal-i-zasyon'un yazım ekibinin içinde de olduğunu söyleyelim.

Filmin tek amacı günümüz televizyon programlarını "ti"ye almak ve televizyonculuk işinin ne kadar basitçe yapıldığını göstermek.Zaten Hakan Yılmaz'da filmin içindeki "Adam osurdu ve sen güldün.Öyle mi?" cümlesiyle filmin tüm niyetini belli ediyor.Okan Bayülgen'in projeyi kabul etmesini ve hatta benimsemesini de filmin niyetine bağlayabiliriz.Sonuç olarak Okan Bayülgen'de yıllarını bu tür programları eleştirmek için harcamadı mı?İşte Kanal-i-zasyon tam olarak böyle bir film.Komik mi?Çok komik sahneleri var gerçekten.Yaratıcı olabilmiş mi?Yeterince.Oyuncu kadrosu da gayet iyi.Okan Bayülgen,Rasim Öztekin,Erol Günaydın,Hakan Yılmaz gibi çok bilindik,yıldız oyuncular var filmde.Bir de Serhat Özcan var tabii RED derigisindeki yazılarıyla daha bir tanıdığımız,sevdiğimiz.Üstelik bu oyuncu kadrosunun yanında,bir o kadar ünlü konuk oyuncu kadrosu da var.Metin Uca'dan Ahmet Çakar'a,Medyum Memiş'den Hakkı Devrim'e kadar bir sürü isim daha...

Yazıyı böyle bitse çok güzel bir film olmuş gibi gözükecekti ama ne yazık ki herşey o kadar toz pembe değil.Film bu güzel yönlerinin dışında uzun bir skeç gibi olmuş adeta.Skeçten bir film gibi.Nedense,bir film olarak göremiyorsunuz hiç bir zaman ve Şahan Gökbakar'ın skeçlerinde yaşadığımız duyguyu hatırlayacak olursak:bir süre sonra,ne kadar komik olursa olsun sıkılıyorsunuz.Kanal-i-zasyon'da da böyle oldu.Herşey çok güzel giderken nasıl olur da insan sıkılır?Söyleyeyim,yaptıkları komedinin bir sonu yok ve espriler,karakterler çok karikatürize.Özellikle,sadece Okan Bayülgen filmin en büyükartısını ve eksisini yaratmış gözüküyor,yılalr sonra oyunculuğa dönüşüyle ve canlandırdığı İmdat karakteriyle.Fakat İmdat'a dönersek:o ne kadar karikatürize bir karakter öyle?İmdat'ın doğulu bir karakter olmasına ne gerek vardı?Bu da bir klişe değil midir?İmdat üstünden televizyon halleri,klişeleriyle dalga geçmek isterken dalga geçilecek duruma düşürmüş filmi Okan Bayülgen.Üstelik Okan Bayülgen'in doğulu aksanı yapamadığını,ağzında ne kadar iğreti durduğunu herkes biliyor.Hal böyle olunca,film gibi izleyemiyor izleyici perdeyi.Skeçler filmi olmuş.Siz yine de gidin izleyin derim.Akşam "Var Mısın,Yok Musun" izlemektense...

21.10.2009

Moon


Film Ekimi İzlenimleri


Moon; yönetmenliğini rock yıldızı David Bowie'nin oğlu Duncan Jones'un yaptığı, başrolünde Sam Rockwell'in oynadığı bir bilimkurgu filmi.Ayrıca seslendirmede de tanıdık bir ses olan Kevin Spacey'i duyuyoruz.Ne kadar lokalizasyon ve kurgu olarak bir science filmini çağrıştırsa da aslında dramı da yer yer hissediyorsunuz.


Sam Rockwell, Lunar adlı bir şirketin ihtiyaç duyulan tam donanımlı bir elemanı olan Sam Bell'i canlandırmaktadır.Sam'in 3 yılı doldurmasına artık 2 hafta kalmasıyla film başlamakta.Sam'in aynı şirkette çalışan bir eşi ve de kızı vardır.Onlarla video mesajlarıyla haberleşmekte ve artık içindeki özlem dayanılmaz bir hal alarak gitme arzusuyla yanıp tutuşmaktadır.Bu üstte yalnızlığını paylaştığı, bir insan değil sadece Gerty adında bir robottur.(Kevin Spacey'nin sesiyle)Bu robot Sam'in tüm günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmekte ve Sam'in duygularına ''msn smile'' ları ile karşılık vererek bizi gülümsetmektedir.Bir gün bu astronot ayda keşif sırasında başka bir Sam Bell bularak filmin akışı değişir.Daha sonra anlayacağız ki aslında bir değil iki değil birçok Sam Bell klonları mevcuttur.Şirketin sıfırdan bir Sam Bell yetiştirmek yerine 3 yılda bir yeni bir klonla bu ihtiyaçlarını karşıladıklarını, vakti gelen klonu da bir kaza sonucu ortadan kaldırdıklarını ve ELISA ekibinin tamir diye gelip aslında ölen Sam'i ortadan kaldırmalarıyla bu döngüyü sürdürmektedirler.Sadece bir Sam dünyaya dönmeyi başarır ve tüm gerçekleri dünyaya anlatır.


Genel hatlarıyla anlattığım bu film bittiğinde kafanızda bazı sorular kalıyor.En keyifli yanının da cevaplarıyla kafanızı meşgul etmeniz olduğunu düşünüyorum.Güncel konuları da düşünmenizi sağlayacak, gerek klonlama ile ilgili, gerek astronotların zor şartlarını düşündüren; ayrıca Nasa'da ders programlarında yer almış izlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum.Yalnız çok yüksek beklentiler ile izlenmediğinde oldukça keyifle izleyebilirsiniz.iyi seyirler...


p.s: en büyük soru işaretim filmin sonlarına doğru yapılan bir video görüşmesinde kızının baba diye seslendiği gerçek Sam Bell'in olup olmadığı yorumlarınızı bekliyorum: )

20.10.2009

The Year My Parents Went On Vacation (Annemler Tatilde)

Annemler Tatilde'yi , son dönemlerde büyük bir gelişim gösteren Brezilya Sinemasından bir örnek olarak gösterilebiliriz. Yıllar önce dünyayı Pembe Diziler ile kasıp kavuran Brezilyalılar şimdi de Sinemaya el attılar. Cidade de Deus (Tanrı Kent) ile yakalanan Uluslararası başarı ardından gelen Carandiru ve en son Annemler Tatilde filmi. Bütün bu filmler, çoğu sinema otoritesinden olumlu notlar aldı

Sene 1970, Brezilya'da Askeri yönetimin gölgesinde yaşıyan bir ailenin zaman zaman hüzünlü zaman zaman eğlenceli hikayesine tanık olacağız. Daniel ve Bia siyasal suçlu olarak aranan ve kaçmak zorunda kalan genç bir çifttir. Oğulları Mauro'yu da yanlarına alarak Bele Horizente'den yola koyulurlar. Hedefleri, Mauro'yu, Sao Paolo'ya büyükbabasına bırakıp tekrar yola koyulmaktır. Küçük çoçuğu, Sao Paolo'da ki dedesinin yaşadığı Yahudi mahallesinde bırakıp giderler. Fakat, hesapta olmayan birşey gerçekleşir ve dede, Mauro gelmeden hemen önce hayatını kaybeder. Anne ve babasının tatile gittiğini düşünen Mauro, dedesinin evinde tek başına yaşamaya başlar. İlk başlarda Yahudi mahalle sakinleri tarafından pek sıcak karşılanmayan küçük çoçuk zamanla kendini sevdirir ve cemaatin bir bakıma koruması altına girer. Ona en büyük yardımı ise dedesinin kapı komşusu olan Shlomo gösterir. Brezilya yakın tarihte en çalkantılı günlerini yaşarken, Mauro eğlenceli Yahudi mahallesinde anne, babasının tatilden gelişini beklemektedir. Ayrıca, belkide bugüne kadar oynanmış en heyecanlı Dünya Kupası Meksika'da başlamıştır. Finalde, Brezilya, İtalya'yı 4-1 yener ve tüm Brezilya sevince boğulur, birtek Mauro bu başarıyı hüzünle karşılar...

Dram ile komedi unsurlarını çok güzel harmanlamış bir film. Genel hatları ile bana Emir Kustarica filmlerini hatırlattı. Filmde aklımda kalan en eğlenceli sahne, Yahudi mahallesinde yapılan maçta, küçük Mauro'nun golden sonra istavroz çıkarması ve arkasında oturan Haham'ın Mauro'nun kafasına geçirdiği tokat:) Son olarak filmin, müzikleri de çok eğleceli ve başarılı. Benim favorim, Chiribim Chiribom şarkısı...

imdb notu: 7.6

19.10.2009

Radio Days (Radyo Günleri)


1987 yapımı güzel bir Woody Allen filmi olan Radio Days, ayrıca yönetmenin çocukluk yıllarından esinlenerek perdeye aktardığı için ayrı bir önem taşıyor. New York, Rockaway Beach'de yaşayan bir ailenin gözünden, radyonun en popüler olduğu yıllara bir bakış atıyoruz. Allen filmde oynamamış olsa bile dış ses ile filme yine bolca mizah katıyor. 1940'larin kaotik ortamında, insanların en büyük zevki, görmedikleri ama seslerine en yakınlarından daha aşina oldukları radyo yıldızlarını dinlemektir. İşte Rockaway'de ki bu sevimli, fakir yahudi ailenin de en büyük zevki radyo dinlemektir. Evdeki herkesin zevki başkadır, anne sabah kahvaltı programları dinlerken, amca spor programlarını, teyze ise romantik şarkılar çalan programları dinlemektedir. Şuan nerdeyse unuttuğumuz ama eskiden evlerde ki tek eğlence aleti olan radyo'nun ve yıldızlarının zaman zaman eğleceli, zaman zaman hafif hüzünlü hallerine şahit oluyoruz. Filmde aklımdan çıkmayan ve çok beğendiğim 2 sahne var. Biri, Haham'ın küçük çocuklara kurulcak İsrail Devleti için para toplatması ve küçük Joe'nun parayı kafasına göre harcaması:) Diğeride, spor spikerinin bir beyzbol oyuncusunu anlatışı. Sırayla, bacağını, kolunu, gözünü ve en sonunda hayatını kaybeden sporcunun, öbür dünyada inatla beyzbola devam etmesi:) Herzamanki gibi eğlenceli ve kaliteli bir Allen yapımı, tavsiye ederim...
imdb puanı: 7.5

17.10.2009

Billy Elliot

'BİR İŞÇİ SINIFI GÜZELLEMESİ'

Sene 1984,İngiltere'de Margaret Thatcher ikinci kez hükümeti kurmaya hak kazanmış fakat ortalık henüz yatışmamış aksine daha da hareketlenmiştir.Thatcher 1979'da İşçi Partisi'nden hükümeti devralmış ve ilk günden beri İngiltere'yi ekonomide ve uluslararası arenada eski günlerine getirmeyi amaçlamaktadır.O dönem tüm dünyada tekrar etkisini hissettiren liberalizm rüzgarının da etkisiyle,ekonomide devletin rolünün azaltılacağını savunmuş fakat uyguladığı politikalar liberalizmin vaadettiği gibi tam istihdamla sonuçlanmamış aksine işsizlik İşçi Partisi dönemindekinin iki katına kadar yükselmiştir.Üstelik,sanayideki gerileme de Thatcher'ın söylediklerinin gerçekleşmediğinin açık bir göstergesi gibidir.Fakat 83 seçimlerinde tüm olumsuzluklara rağmen savaşlar ve krizlerden mevcut iktidarların beslendiği adeta ispatlanmış ve Arjantin cuntasının Falkland adalarını işgal etmesiyle İngilizlerin adayı geri almasının arasında neredeyse bir zaman farklılığı olmamasına rağmen,bir "savaşcık" çıkmıştı.Tahmin edilebileceği gibi,halk tüm olumsuzluklara rağmen kenetlenmişti,bu kriz ve savaş ortamından daThatcher yeniden hükümet kurma göreviyle çıkıyordu.

Thatcher nasılsa her mağlubiyetten galibiyetle ayrılmasını biliyordu fakat ona karşı tepkiler de dinmiş değildi.1984 senesi İngiliz sendikacılık hareketinin belki de en etkili olduğu seneydi.Bunlardan en önemlisi de Milli Madenciler Sendikası'nın bir seneyi bulan greviydi.İşçiler greve uzun süre devam etseler de istediklerini elde edemiyorlardı çünkü Thatcher bu grevden hemen önce kömür stoklamıştı...Hiç bir şey elde edilemeden sonlanmıştı grev.İngiltere'nin kuzeyinde,insanların potansiyel birer maden işçisi olarak doğduğu Durham kentinde ve her anlamda bu çizginin dışına çıkmaya çalışan Billy Elliot'ın evinde aynı hüzün vardı...

Uzun sayılabilecek bir girişin ardından filme gelirsek;Billy'nin babası ve abisi sendikada aktif olarak yer almaktadırlar ve kaderlerine boyun eğmeyi reddetmektedirler.Bu uğurda gerek grev kırıcılarla gerekse de polislerle sürekli çatışma halindedirler.Billy'nin hayatı ise o kadar karışık ve tehlikeli değildir.O,gününün çoğunu yaşlı ve biraz da arızalı "büyük anne"siyle ilgilenerek geçirmektedir ve okula gitmektedir.Haftada bir günde boks kursuna gider.Babasının arttırdıklarıyla...Fakat onun hayatı boks kursu almaya gittiği spor salonunda gördüğü bale dersleriyle değişecektir.Gizli gizli bale yapmaya başlar.Çünkü,babası da abisi de onun kendileri gibi güçlü olmasının ancak boksla gerçekleşebileceğini düşünürler.Bu onlarda bir güdülenme gibidir.Üretimin sürekli hale gelmesi için,aksamaması için,işçilerin sağlıklı ve güçlü olmaları gerekir.Kaderlerine karşı çıkan bir baba-oğul bile iç güdüsel olarak ailenin en genç ferdini dövüş sporlarına sevk etmektedir.Öyle ya,Billy'de er ya da geç yerin altına inecektir.Öyleyse gerçek bir işçi gibi "güçlü" olmalıdır.Ancak Billy'nin aklı ne bokstadır ne de maden işçiliğinde.O kendini sadece dans ederken iyi hisseder.Geleneklerden haberi bile yoktur.Tek istediği dans etmektir.

Stephen Daldry'nin ilk filmi Billy Elliot.Bir ilk film olarak çok başarılı olduğunu söyleyebiliriz.Özellikle bir şeyler anlatma derdinde olan çoğu filmin başaramadığı,hikayeyle gerçeğin uyumu,bir birlerinin önüne geçmemeleri ve ikisininde ağırlığını hissetirmeleri övgüye değer.Bana kalırsa filmin sanatsal açıdan en başarılı olduğu yan da bu.Bir yandan Billy'nin hikayesi anlatılırken,fondaki Durham'da da İngiltere tarihinin en önemli grevi gerçekleşiyor ve Billy tabii ki bu gerçekten etkilenmeden devam edemiyor hayatına.Yani,içinde bulunulan durumun kişinin hayatına etkisi söz konusu.Bunu başarıyla gerçekleştirebilen film sayısı gerçekten az.Ayrıca,İngiliz aile yapısına,genel olarak alt sınıfların yaşayışına,eş cinselliğe bakışıyla da dikkat çekiyor Daldry.2000 yapımı bu film daha sonraki yıllar "London to Brighton","Breakfast on Pluto","Somers Town" ve "The Cottage" gibi Ada sinemasından farklı,başarılı deneysel filmler izleyeceğimizin habercisi gibi gözüküyor.Başyapıt olmasa bile,Ada sinemasında gerçek ve hayal ikilisini aynı anda tattırabilen,başarılı bir yapım olarak göze çarpıyor.

16.10.2009

Anna Ahmatova ve Romantizim...


Asıl adı Anna Andreyevna Gorenko'dur. Dünya üzerinde tüm şairler çok acı çekmişlerdir. Ama belkide o bu acıyı en çok hissedenlerdir. Rusya'nın bugün bile hala en önemli romantik şairlerinden biri olarak gösterilmektedir. Stalin, tarafından 'kapitalist fahişe' ilan edilen Ahmatova'nın şiirleri de yıllarca yasaklanmıştır. İşte o güzel şiirlerinden iki örnek;

1914
Daha az girebilirdin düşlerime
Nasılsa sık sık buluşuyoruz
Ama yalnız karanlığın tapınağından sen
Hüzünlü, heyecanlı ve sevecensin
Bir de orda ne adımı şaşırıyorsun
Ne de burda yaptığın gibi
Göğüs geçiriyorsun.


Esin Perisi

Geceleyin beklerken gelişini onun
Yaşamın pamuk ipliğine bağlı sanki
Gençlik, şan, özgürlük nedir ki
Karşısında o güzeller güzeli konuğun

Geliyor kavalıyla, kaldırıp peçesini
Ve takılıp kalıyor gözlerine gözlerim
'Sen miydin' diyorum Cehennem Sayfalarını
Yazdıran Dante'ye? Yanıtlıyor: 'Bendim'

15.10.2009

Into The Wild


Sean Penn'in gerçek bir hayat hikayesini konu alan, into the wild filmi, geçen yıl içinde en çok dikkat çeken bağımsız yapımlardan biri olmuştur. Bana göre, Sean Penn, Christopher McCandless'ın hayatını sinemaya o kadar güzel aktarmıştır ki, oyunculuğunu yanında ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu herkese göstermiştir. Christopher, üniversiteden yeni mezun olmuş ve ailesinin büyük beklenti içinde bulunduğu bir gençtir. Ama o hayatı, kariyer peşinde, sıkıcı işlerde veya mesleki kaygılarla geçirmek istememektedir. Harvard'da Hukuk okumayı ve de ailesinin ona yeni bir araba alma teklifini elinin tersi ile iter. Kimseye bişey söylemeden ve yanına kimlik dahi almadan kendini yollara vurur. Film 4 chapter 'dan oluşuyor; doğum, ergenlik, adam olmak ve bilgelik. İlk bölümden itibaren, yollarda birçok arkadaşlık kuran Christopher adını da değiştirir, o artık Alexander Supertramp(Süperberduş)'dır. Süperberduş'un en büyük hayali ise gerekli malzemeleri tamamlayıp en son durağı olan Alaska'ya ulaşmaktır. Filmde çoğunlukla, zaman kavramı içi içe geçmiş durumda. Bir yandan chapterlar gösterilirken, bir yandan da Alex'in çocukluğuna ve ailesi ile olan ilişkilerine şahit oluyoruz. Dış sesleri, genellikle kız kardeşi seslendiriyor. Bu sahneleri izlerken neden Alex'in herşeyi bırakıp dünyayı keşfetmeye çıktığını görüyoruz. O ebeveynlerinin didişmelerinden bıkmış ve mutluluğun ve hayatın paylaştıkça, keşfettikçe daha güzel olabilceğine kanaat getirmiştir. Bir bakıma, modern zaman keşişine dönen Alex, insancıl tüm zaaflarından neredeyse kurtulmuş ve samimi duruşu ile birçok insanın sevgisini kazanmıştır. Seyahati boyunca, hayatta yapabileceği tüm deneyimleri yaşamıştır. Kano ile Meksika'ya gitmek, buğday biçerdöveri kullanıcısı olmak, hippi kampında yaşamak ve deri kemer işlemeyi öğrenmek vs... Bu aktiviteleri yaparken , yollarda otostop çekerken veya Alaska'nın ortasında karlar içinde bir minübüs içinde soğuktan titrerken bile birtek şeyden vazgeçmez. O da yazmak ve okumaktır. Hayatı, kalıplara sığmadan yaşamış bir adamın kimi zaman hazin kimi zaman eğlenceli bir öyküsü. Modern zamanda, vahşi doğada yaşanmış gerçek bir yaşam, uzun zamandır bir filmin sonu beni bu kadar etkilememişti. İzlerken, uzun olmasına rağmen hiç sıkılmayacağınız bir film. İyi seyirler...
imdb puanı: 8.2

14.10.2009

Noviembre (Kasım)


İspanyol yönetmen Achero Manas'ın 2003 yapımı filmi, Noviembre(Kasım) mutlaka izlemenizi tavsiye ediceğim bir filmdir.Filmin, konusu bir grup tiyatro aşığı idealist gencin, insanların birbirleri için karşılıksız hiçbir şey yapmadıkları, aşırı bireyci doksanların son dönemini eleştirmesi üzerine kurulmuştur.Ve sanatın duvarlar arasında değil daha cesurca ve halkla iç içe olması gerektigine inanmalarını anlatır.
Film ,Alfredo Baeza(Oscar Jaenada) adlı gencin ailesini bırakarak Murcia’dan Madrid'e konservatuar kazanmak için gelmesiyle başlar.Sırtından indirmediği garip kuklası ve sokak lambasıyla hazırladıgı mizansen(kısada olsa çok güzeldir)onun konservatuara giriş bileti olur.Alfredo ilk günden edindigi arkadaş grubu ile günlerini konservatuar ve kantinde geçirmekten artık sıkılmaya başlamıştır bir gün attıgı bir yalan yüzünden hocasıyla kavga etmesi(bu sahne çok dikkatli izlenmelidir)onun ve arkadaşlarının hayatını değiştiren gün olur.O tartışmadan sonra konservatuarı bırakır ve çalışmaya başlar.Artık hayallerini gerçekleştirme zamanıdır.Arkadaşlarıyla Noviembre adlı bi grup kurarlar bu grup ki manifestolarıda vardır,gösterilerini sokaklarda yapacak,kimseden para almayacak ve para önerilen hiçbir teklif kabul edilmeyecektir.İstedikleri bağımsız tiyatro fırsatı artık gerçekleşmeye başlamıştır.Yaptıkları oyunlarda diyalog pek yoktur, konuşmalar doğaçlama gerçekleşir ama sergiledikleri sahneler herkesin sevgisni kazanmalarını sağlar.Olaylar başta güzel gitmeye gitse de ,bir süre sonra başları ilk olarak polisle derde girer polisin malzemelerine el koyması grubu sadece daha fazla ateşler ve performansları gittikçe daha yüklü bir sosyal bilinç kazanır.
Gösterilerinde her türlü marjinalliği ele alırlar en başından beri istedikleri dünyayı degiştirme hayalleri güzelce devam eder. Bu dünyada varolan kokuşmuş sistemin tiyatrodaki etkilerini ele alıp sürekli eleştirirler, fakat sergiledikleri son gösteri daha büyük makamlarla başlarının belaya girmesine sebep olur ve sokaklarda gösteri yapmaları yasaklanır.Bu karar her türlü tehlikeye atılmaktan korkmayan gençler için ölümcül bi durumdur ama karara boyun eğmekten başka çareleri yoktur.Bir müddet birbirlerinden koparlar bu arada Alfredo ve sevgilisi Lucia’nın kızları olur bu durum Alfredo'nun iş yapmayan bir barda gitar çalmasına sebep olur. Hayat zordur ve para kazanması gerekir. Grup, birgün para karşılığı bir iş teklifi alır ama hangi yoldan gitmeleri gerektiği konusunda oyuncuların fikirleri birbirlerinden farklıdır ve bu durun grup arasında gerilime sebep olur ve kısa süreli bi dağılma başlar. Bir süre sonra, grup yeniden ortaya çıkma kararı alır ve bunu sansasyonel bir gösteriyle gerçekleştirirler. İspanyol Kraliyet Tiyatrosuna, gizlice girip kendi dünyalarını anlatmayı denerler sonunda ne mi olur? Bunu, izlediginiz zaman görseniz daha iyi olur. Filmin, ilginç bir yanı da belgesel tarzında ilerliyor olması.Yaşanan hikayenin gerçek olup, olmadığına bi türlü karar veremiyorsunuz. Belgeselin gerçeklik duygusu ile sinemanın kurgusallığı birleşince ortaya çok güzel bir film çıkmış. Yaşanılan hikaye, 9o’lı yılların sonunda geçiyor ama kişilerin son hallerini gördügünüz zaman filmin 2030-40 yılların da geçiyor gibi gözükmesi kafanızı karıştıyor.Filmde ki ,tarih-kurgu aldatmacası, izleyenin hoşuna gidiyor ve merak uyandırıyor.

Achero Manas'ın bu filmi 23.istanbul film festivalinde de gösterilmiş ve çok begenilmişti .Yönetmen, bu filmde kendi görüşlerini ortaya çok güzel koymuş yansıtılan kişilerin ilüzyon dolu gençlik ve yaşlılık dönemleri ve savaştıkları politik düzenin onları nasıl yok ettigini çok güzel sergilemiş.Filmin sonunda karakterlerden birinin söyledigi söz çok anlamlıdır ve bu konuda bazı şeyleri çok güzel özetler “Dünyayı değiştirmek istemiştik,ama perişanca yenildik.Şimdiyse değişmemek için ben dünyaya direniyorum”günümüz kapitalist dünyasında bir çok sanatsal girişim ve öğenin nasıl yok oldugunu ve acımasızca ezildiğini görüyoruz. Bu, durumu da yönetmen filmin sonunda, İspanyol Şair ,Gabriel Celayan’nın güzel bir şiiriyle çok güzel özetlemiş...

“El arte es un arma Cargada de futuro”
“Sanat,içinde geleceği barındıran bir silahtır...

Hakan Arıcan

13.10.2009

Little Miss Sunshine (Küçük Gün Işığım)

Yol temalı filmler oldum olası hep ilgimi çeken ve beni biyerlere gitme arzusuna iten filmler olmuşlardır. Bu tarz filmler içinde, Paris, Texas ve A Perfect World benim için en özel olanlarıdır. Fakat, izlediğim andan itibaren Little Miss Sunshine'nı da bu gruba rahatlıkla ekliyebilirim. Film 2007 Oscar Ödüllerinde 4 dalda aday gösterilmiş ve 2dalda ödüle layık görülmüştür.En Özgün Senaryo ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini alan film, ayrıca birçok uluslararası ödüle de layık görülmüştür.

Film, Hoover ailesinin hikayesini anlatıyor. Bu kalıplara uymayan ilginç ailenin bireylerinin kimi zaman dramatik, kimi zaman komik hallerine şahit oluyoruz. Baba Richard, kaybetmekten korkan ve hayatını, kendini adadığı 9 kuralı yaşatmaya çalışan mükemmelliyetçi biridir. Anne Sherly ise, çocukları ve ailesi için elinden geleni yapan ve aileyi birarada tutmak için yoğun bir çaba sarf eden bir kadındır. İntaharın eşiğinden dönen akedemisyen dayı ise, gay aşkının onu terk etmesi üzerine psikolojil buhranlar yaşar ve kız kardeşinin ailesi ile yaşamaya başlar. Çocuklar, Olive ve Dwayne ise birbirlerinden çok farklı ve bir o kadar kalıplara uymayan tiplerdir. Dwayne, 15 yaşında olmasına rağmen kendine, Nietzsche'yi örnek alan ve 6 aydır sessizlik andı içmiş, içine kapanık bir ergendir. Kardeşi, Olive ise bütün zamanını Güzellik Yarışmalarını izlemekle harcayan ve huysuz büyükbabasın dan dans figürleri öğrenenen bir küçüktür. İşte bu ilginç aile, küçük kızları Olive'in en büyük isteği olan Little Miss Sunshine yarışmasına katılması için, California'ya doğru yola koyulur. Bu yolculuk, süprizlerle dolu, kimi zaman ağlatan, kimi zaman güldüren ve en önemlisi aile'nin bağlarını daha da güçlendiren bir yolculuk olur.
İzlerken hiç sıkılmayacağınız, kalıplara sığmayan klişelerden uzak çok güzel bir bağımsız sinema örneği. Özellikle, büyükbaba rolünde Alan Arkın ve küçük Olive rolünde ki Abigail Breslin çok başarılı. İyi Seyirler...
imdb notu: 8.0

11.10.2009

Vahşi Doğa!!!!!!!!


Bu kareleri görünce paylaşmadan edemedim, vahşi doğa'dan sıcacık ve şefkat dolu bu resimler, beni çok etkiledi. Belkide, insanoğlu olarak bizler, en vahşi şekilde yaşayan canlılarız. Alttaki karede bunun bir örneği var!!!!


The Twilight Samurai(Alacakaranlık Samurayı)


Alacakaranlık Samurayı, bana göre son dönemlerde yapılmış en başarılı Samuray temalı film. Yoji Tamada,tarihsel bir süreçle, Samuray sınıfının gündelik hayatlarını ve Japon Kültürü'nü çok başarılı bir şekilde sentezlemiş. Film,1900'lü yılların Japonya'sını konu alıyor.Edo dönemin bitip, Meiji döneminin başlaması ile birlikte ülkenin nasıl değiştiğini çaktırmadan ve abartılı bir dil kullanmadan, genç ve fakir bir Samuray'ın hayatına değinerek bizlere sergiliyor. Seibei, genç yaşta karısını veremden kaybetmiştir. Yaşlı annesi ve iki küçük kızı ile yaşamaya balayan kahramanımız için hayat hiç de kolay değildir. Kabilenin hizmetkarı olarak çalışan Seibei'nin eline çok az bir para geçmektedir. Bundan dolayı geceleri de çalışmak zorundadır. Arkadaşları tarafından gece içki içmeye ve eğlenceye çağrılan Seibei, bu teklifleri sürekli reddeder ve evine döner. Bundan dolayı zamanla arkadaşları onu Alacakaranlık diye çağırmaya başlar. Çevresi tarafından sürekli evlenmeye çalıştırılan Seibei, gönlünü çoçukluk aşkı Tomoe'ye kaptırır. Tomoe'yi, yeni boşandığı kocasının dayağından kurtaran Seibei'nin kılıç kullanmaktaki başarısı zamanla dilden dile yayılır. Ait olduğu kabilenin üst düzey samurayları tarafından ölümcül tehlikede bir göreve verilen Seibei, bir yandan aşık olduğu kadın Tomoe ve ailesini düşünmekte bir yandan da kabilenin verdiği görevin zorunluluğu altında ezilmektedir... Film, bize gerçek Samuray masalını anlatıyor bence. Yıllarca efsaneleşen Samuray öykülerinin pek gerçeği yansıtmadığını görüyoruz. 20yy.'ın başında Meiji ile esen değişim rüzgarları ile bu sosyal sınıf önemin kaybetmiş ve kaybolmaya yüz tutmuştur. Gerçek Samuraylar Seibei gibi, kan dökmemek için ellerinden geleni yapan onurlu ve saygılı insanlardır. Yıllarca, üst düzey insanlar tarafından önce şişirilen ve onurlandırılan bu grup belli bir süre sonra kişisel ve politik çatışmaların ortasında kendilerini buluvermişlerdir. Ve bence filmin vermek istediği mesaj da budur. Sıkılmadan izlenebilecek, çok kaliteli ve kült sayılabilecek bir Japon sineması örneği, tavsiyemdir.

imdb notu: 8.1

10.10.2009

Barton Fink


Son dönem Amerikan Sineması'nın en özgün ve en başarılı yönetmenlerin den olan Coen Kardeşler. 1991 yapımlı bu filmde de çok başarılı bir iş çıkarmışlar. Fargo ve Miller's Crossing ile büyük sükse yapan ve No Country For Old Men ile Oscar sahibi olan yönetmen kardeşlerin biraz kıyıda köşede kalmış filmi diyebiliriz, Barton Fink için. Hikaye 1940'lı yılların başlarını konu alıyor, Barton Fink(John Turturro), Broadway'de tiyatro oyunlarına yazdığı hikayeler ile zamanla büyük bir başarı sağlar ve ün'ü New York'u aşarak Los Angeles'a kadar gider. Hollywood'dan iyi bir teklif alır ve B tipi bir filmin Senaryosunu yazmak için yollara düşer. Bugüne kadar abartısız günlük hayat hikayelerini ve sıradan insanların hayatlarını konu alan eserler yazan Fink, yeni hikayesine bir türlü başlayamaz. İlham perisini kaybeden Fink, büyük bir sıkıntının içine girer. Tek arkadaşı, oteldeki kapı komşusu Charlie Meadows(John Goodman)'dur. Meadows, geveze ve patavatsız bir sigorta pazarlamacısıdır. İlham almak için başvurduğu senarist Mayhew ve kız arkadaşı Audrey ise sürekli tartışan ve didişen bir çifttir. Mayhew sürekli sarhoş olduğu için ondan gerekli yardımı alamaz ve Mayhew'in kız arkadaşı ile yakınlaşır. Bir sabah uyandığında önceki gece birlikte olduğu Audrey'yi kanlar içinde yatağında ölü bulur. İşler Fink için iyice arap saçına dönmüştür. Ona en büyük yardımı kapı komşusu Charlie yapar ve cesedi ortadan kaldırır. Ama Charlie'nin ,Fink'den sakladığı büyük bir sırrı vardır. Fink biryandan olayın şokunu atlatmaya çalışırken , bir yandan tekrar ilham meleğine kavuşur ve kariyerinin en önemli eserini yazmaya başlar. Film, klasik bir Coen eseri, ironi ve absürd öğelerle kaplı. John Turturro bence kariyerinin en iyi performanlarından birini çıkarmış. Ayrıca, John Goodman'da filme inanılmaz bir hava katmış. Bu tarz filmleri sevenler için kaçırılmayacak bir eser, iyi bir haftasonu tercihi olabilir. İyi seyirler...

imdb puanı: 7.7

8.10.2009

Kampüste Çıplak Ayaklar


Bu sezon birçok Türk Filmi gösterime girecek ve herzamanki gibi birkaçı haricinde çoğu beklentilere cevap veremiyecek. Benim kişisel olarak bu sene favorilerim; Kıskanmak, Uzak İhtimal ve İki Dil Bir Bavul. Gerçi izlemeden önce, Kampüste Çıplak Ayaklar'da favorilerim içindeydi. Gerek muhteşem afişi ve gerek de filmin, Türkiye dışında Fransa ve Hindistan'da çekilmesi çok ilgimi çekmişti. Ayrıca, yönetmen Cansel Elçin'in bazı Sinema programlarında filmini öyle bir anlatmıştı ki, ben Türkiye'den de bir Amelie çıkabilir mi diye gerçekten düşünmüştüm. Hikaye İstanbul'da bir üniversite'de geçiyor, ve birkaç öğrencinin hayatlarından kesitler sunuyor. Kimisi sevgilisi tarafından terk edilmiş, kimisi sevgiyi ve aşkı tek gecelik ilişkiler de arıyor, kimisi ise genç yaşta evliliğin sorumluluğunu üstüne almış. Bu sorunlu geçlerin hepsi aynı sınıfta toplanmış. İşte birgün o sınıfın kapısı çalar ve içeri Hintli bir kız girer. Adı, Şiva'dır baştan duruşu ve kıyafetleri ile alay edilen kız, zamanla olaylara getirdiği olgun bakış açıları ve içini doldurdğu mitolojik hikayeler ile arkadaşlarının dikkatini çeker. Ama aslında, Şiva'nın herkesten sakladığı bir sırrı vardır. Şiva, Hint'li değildir, sadece çoçukluğundan beri Hint Mitolojisi'nin etkisinde kalmış ve annesi öldükten sonra derin psikolojik sorunlar yaşayan bir kızdır. Şiva bu problemleri ile yüzleşirken diğer ana karakterimiz Deniz ise ayrıldığı erkek arkadaşının peşinden Fransa'ya gider ve hayalkrıklığı ile döner. Artık, en büyük hedefi olan kısa film yönetmenliği için uğraşmaya başlar. Film, Türk gençliğinin sıkıntılarına ve birey olma yönünde ki çabalarına değinmiş. Ama ortada sağlam bir senaryo ve kurgu olduğunu söyleyemem. Senaryoda ciddi kopukluklar var, filmin başlangıcı gereğinden uzun, sonu ise gereğinden daha kısa sürüyor. Geçişler de de ciddi sorunlar var ve genç yönetmen parçaları birleştirmekte bazı sorunlar yaşamış. Fakat, Hint mitolojisin'den olan sahneler hafif abartılı olsa da hoşuma gitti ve anlatılan bazı Hint hikayeleri gerçekten hoştu. Kısacası, beklentinizi çok yükseltmeden izleyeceğiniz bir film. İyi seyirler...

7.10.2009

Film Ekimi 2009


Bu sene 8.si düzenlenecek olan film ekimi, geçen yıllardaki yoğun ilgi nedeni ile, 7 günden 9 güne çıkarılmış. 17-25 Ekim tarihlerinde düzenlenecak olan organizasyon, her zamanki gibi Taksim Emek Sinemasın'da gösterilecek. Ayrıca, bu sene ek olarak bazı seanslar Maçka G-Mall'da izlenebilecek. Festival'de toplam 24 film bulunuyor. Fakat, aldığım haberlere göre Coen Kardeşlerin merakla beklenen filmi , Serious Man bazı teknik sorunlardan dolayı programdan çıkarılmış. Bu senede beklenenden fazla ilgi görmesi ve benim bilet alma konusunda ki gecikmemden dolayı merakla beklediğim 2 filmi kaçırdım. Fakat, Moon(Ay) ve Vengeance(İntikam Peşinde) filmlerine biletimi aldım. İzledikten sonra, filmlerle ilgili yorumlarımı sizlerle paylaşacağım. Bu sene programda göze çarpan, merak uyandıran ve bence kaçırılmaması gereken 5 film;

1- Whatever Works (Woody Allen)
Oyuncu kadrosu: Evan Rachel Wood ,Lary David,Henry Cavill ve Josh Brolin. Uzun bir süreden sonra New York'a dönen Allen, eski bir Fizik profesörü ve Güneyli saf bir kızın tesadüfler sonucu tanışması ve ortaya çıkan sonsuz romatik olasılıkları konu alıyor.

2-Moon(Duncan Jones)
Oyuncu Kadrosu: Sam Rockwell, Kevin Spacey ve Kaya Scodelario. Astronot Sam Bell'in Ay'a yolculuğunu konu alan Komedi unsurları ile kaplı bir bilim-kurgu filmi.

3- Das Weisse Band(Michael Haneke)
Cannes'dan Altın Palmiye ödülünü almış ve bu sene Almanya adına Oscar'a aday olan film, 1.Dünya Savaşı Almanya'sın da geçiyor. Kuzey Almanya'da ki bir okulun, öğrencilere verdiği sıra dışı cezalar ve faşizmin oluşumunda okullarda verilen eğitim, yönetmen tarafından sorgulanıyor.

4- The Dust of Time(Theo Angelopoulos)
Oyuncu kadrosunun zenginliği ile dikkati çeken bir Angelopoulos filmi. Üçlemenin ikici serisi olan film 1953-1974 arasındaki politik ve siyasal gelişmeler eşliğinde geçen bir hikaye anlatıyor. Harvey Keitel, William Dafoe ve Bruno Ganz başrolleri paylaşıyor.

5- Looking for Eric(Ken Loach)
Ünlü ingiliz yönetmen Ken Loach ile Manchester'ın eski efsanevi futbolcusu Eric Cantona'nın buluşması bir çok sinemasever tarfından merakla bekleniyor. Film, Cantona'nın hayatından kesitler sunuyor. Senaryo, Paul Laverty'e ait.

Diğer Önemli Filmler:
- London River(Rachid Bouchareb)
- Vengeance(Johnnie To)
- Thirst( Park-Chan Wook)
- Humpday(Lynn Shelton)
- Eden is West(Costa Gavras)

6.10.2009

Mar Adentro (İçimdeki Deniz)


Gerçek bir yaşam hikayesini konu alan film, 2004 İspanya yapımı ve yönetmenliğini Alejandro Amenabar üstleniyor. Ayrıca senaryo ve müzikler de Şilili yönetmene ait. Daha önce, Open Your Eyes ve The Others filmleri ile başarısını kanıtlamış olan Amenabar, yine çok başarılı bir iş çıkarmış.

Ramon Sampedro, Kuzey Batı İspanya'nın, Galiçya bölgesinde yaşamakta olan özgürlüğüne düşkün, deniz tutkunu ve hayatını dünya'yı gezmeye ve yeni insanlarla tanışmaya adamış bir denizcidir. 28 yaşında kendi yaşadığı bölgede bir gün denize daldığı sırada, Okyanus sularının aniden çekileceğini hesaba katamaz ve boynunu taşa çarpar. Bu kazadan sonra felç geçiren Ramon, hayatını bir tetreplak olarak devam etmek zorunda kalır. Ramon, boynundan altını hareket ettirememektedir. 28yıl boyunca odasından çıkmayan Ramon'a en büyük desteği yengesi Manuela ve yeğeni Javi vermişlerdir. Ama o artık bu hayatı sürdürmek istememektedir. Avukatı Julia ve psikoloğu Gene'nin yardımıyla İspanyol Hükümetine ötenazi isteğinde bulunur. Ama bu isteği defalarca geri çevrilir. Bir yandan dava süreci ile ilgilenen Ramon bir yandan da iki kadının arasında kalmıştır. Birisi, kör kütük aşık olduğu kadın avukatı Julia ve diğeride ona deli gibi aşık olan taşralı çaresiz kız Rosa'dır. Ramon'un en büyük hayali ölmektir ve intiharına yardım etmesi için hayatında ki iki kadından da yardım ister. Ramon'a göre ona gerçekten aşık olan kişi, onun ölümüne yardım etmelidir...

Gerçekten, muhteşem bir dram ve gerçek bir hayat hikayesi olması insanı daha da etkiliyor. Bir insanın onurlu bir şekilde ölmek için gösterdiği çaba gerçekten takdire şayen. Ramon Sampedro, özgürlüğüne düşkün bir adamdi ve ölümünüde özgürce yaşadı... Bir not'ta Javier Bardem için ayırmak istiyorum, yine her rolün adamı olduğunu bize kanıtlıyor ve bence yüzyıl unutulmayacak bir performans ortaya koyuyor. Kesinlikle izleyin, pişman olmayacaksınız. İyi seyirler...

Ben, hayatı ve özgürlüğü seven çoğu insan gibi,
Yaşamın bir hak olduğuna ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum.
Buna rağmen bu duruma 28 yıl, 4ay ve bir kaç gün boyunca tahammül etmek zorunda kaldım.
Bunu daha fazla yapmayı reddediyorum.
Kendi irademle, sahip olduğum en özel en meşru , mülkiyete yani bedenime son vermiş olacağım...
RAMON SAMPEDRO

P.S: Filmde geçen ve beni benden alan o muhteşem şarkı, Negra Sombre'yi (Luz Casal) herkese dinlemesini tavsiye ediyorum.

4.10.2009

Taken (96 Saat)


Taken, son yıllarda yapılmış olan serüven aksiyonlar içinde en fazla dikkatimi çeken yapımdır. 2008 yapımı filmin, senaryosu çok tanıdık bir isime ait. Bu isim, aksiyon ve suç filmlerinde başarısını kanıtlamış olan Luc Besson'dan başkası değil. Filmin yönetmenliğini ise, Pierre Morel üstleniyor. Oyuncu kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor; Liam Neeson, Maggie Grace, Holly Valance ve Famke Janssen. Yıllarını gizli ajan olarak geçirmiş bir adamın hikayesini anlatıyor film. Bryan, mesleğinden dolayı karısından ayrılmak zorunda kalmış ve yıllarca kızı Kim'e yakın olamamıştır. 17 yaşına yeni basan kızının, Avrupa'yı görme arzusunu kıramayan Bryan, şartlı bir şekilde gitmesine onay vermiştir. Herşey, Kim ve arkadaşının Paris'e gelmesi ile başlar. Genç kızlar bir grup katın taciri tarafından kaçırılır ve Bryan kızının kaçırılma anında telefonla konuşmaktadır. Bryan'ın elinde olan tek delil kızının son çırpınışında söylediği bir kaç sözden ibarettir. Kızını kurtarmak için sınırlı bir vakti olan Bryan, biran önce Paris'e gelir ve yıllarca gizli ajanlıktan edindiği yeteneklerini kızını bulmak için kullanır. Film, senaryo itabarı ile klişelerden kurulu gibi gelse de, başarılı kurgusu ve profesyonelce işlenmiş konusu ile detayları güçlü , her anı aksiyon dolu bir film. Zaman zaman politik bazı mesajlar vermeyi amaçlıyan film, bu konuda biraz yetersiz kalıyor. Ama, harika senaryosu ve dozu hiç eksilmeyen aksiyon öğeleri ile izlenesi bir film. İyi seyirler...

imdb puanı: 7.9

2.10.2009

Cidade de Deus (Tanrı Kent)


2002 Brezilya yapımı film, katıldığı birçok Uluslararası Film Festivalinden ödül alan ve yeni dönem GüneyAmerika Sineması için kilometre taşı sayılabilecek bir yapım. Yönetmenliğini Fernando Meirelles'in üstlendiği filmin, senaryosu ise Paulo Lins'e ait.Film, 1960'larda Rio De Janeiro'da inşa edilmiş ve şehrin varoşlarını oluşturan bir mahallede geçen organize suçların hikayesini anlatıyor. Brezilya hükümetinin, planlı ve sistematik biçimde gerçekleştirdiği varoşu şehir dışına taşıma projesi zamanla, başlarına büyük bir dert açar. Bu mahallede yetişen çocuklar, cinayet, uyuşturucu ve suça aşina şekilde yetişiyor ve ilkolkul çağlarında silah taşımaya ve uyuşturucu kullanmaya başlıyordur. Anlatıcı Roket filmin başından sonuna kadar, bu mahellede oluşan çetelerin seceresini seyircilere aktarıyor. Rocket mahellenin en sakin ve suça en uzak çocuğudur. Abisi Goose'un da bulunduğu 'Acemi Üçlü' grubunun küçük soygunlar yaparak başladığı iş, zamanla mahellede oluşacak olan suç gruplarının temelini oluşturur. 1970'lere gelindiğinde, işler değişir, uyuşturucu ve silah ticareti tüm getto'yu sarmıştır. Ve birbirinden nefret eden iki grup oluşmuştur ve mahalle ikiye bölünmüştür. Bir tarafta acımasız gangster Lil-Ze ve arkadaşı iyi huylu gangster Benny. Öbür tarafta ise Carrot liderliğinde, Lil-Ze'den memnun olmayan karşı grup. Benny'nin ölümünden sonra bu iki grup arasında ki tansiyon yükselir ve meydan savaşına döner. Rocket'de bu arada bir gazetede çocukluk hayali olan fotoğrafçılık için bir fırsat yakalar. Bu meydan savaşı devam ederken, Rocket'de bütün hayatını değiştircek olan fotoğrafları çekmektedir...Film, tarz olarak Tarantino filmlerine benziyor. Her anı aksiyon dolu ve diğer yandan sosyal içerikli bir dram. Oyuncularının çoğunun amatör mahelle sakinlerinden oluşması ve bu amatör oyuncuların bu kadar başarılı bir iş çıkarması, insanı şaşırtıyor. Çok başarılı bir aksiyon-dram örneğini, kesinlikle tavsiye ediyorum. iyi seyirler.
imdb notu:8.8